25 Aralık 2014 Perşembe

3 TEMMUZ’DAN BUGÜNE FENERBAHÇE

UYANIŞ, AYAĞA KALKIŞ, YÜRÜYÜŞ…


Redaksiyon Dergisi - Sayı:6 - Şubat 2014

Uyanış

En klasik tabirle Türkiye gibiydi Fenerbahçe camiası. İçinde bu ülkeye dair ne varsa barındırır, halk ne tarafa kayarsa o yöne doğallığında eğilirdi. Bir yanıyla Mustafa Kemal’in takımı diye övünülürken diğer yanıyla Erdoğan’ın kazandığı seçimi ‘Türkiye’ye yakışan Fenerli başbakan’ pankartıyla karşılardı. Ama tribün her zaman tribündü ve kendine has kültürü vardı. 90’ların hızlı sağcılaşma döneminde Kadıköy tribünlerine bindirilen Ülkücü kıtalara direnç gösteren ise yine tribünlerdi.

Ne olduysa 3 Temmuz 2011 günü oldu ve bir daha kapatmamak üzere gözlerini açtı koca camia.

O pazar sabahı bir tutukluluğa uyandı Fenerbahçeliler. Anlamadıkları ama başlarından aşağı kaynar kazanların boşaldığı bir sabaha uyandılar. Kulübe baskın yapılmış, başkan Aziz Yıldırım ve bazı yöneticiler gözaltına alınmıştı. Ortada dolaşan iddia kazanılmış bir şampiyonluğun şike ile elde edildiğine dairdi. O kadar çok şey yazılıp söyleniyordu ki kısacık sürede olayın şokunu yaşayan insanlar hiçbirşeyi mukayese edemez bir sersemliğe mahkum olmuşlardı.

Türkiye futbolunun kirli yapısını bilenler için sürpriz olmayan bir müdahaleydi ama yapının gerçekte temiz olan bir yanı da yoktu. İlk ayılma tam da o anda başladı. Fenerbahçe bu kirli sistemde bir parçaysa diğerleri neydi?

Bu düşünce, son dönem davalarını izleyenlerin deneyimleriyle birleşince yavaş yavaş yerini ikna olmaz bir anlayışa bıraktı. Ortaya atılan iddialar öncelikle Fenerbahçe taraftarı tarafından yeni sorular ve gittikçe altı boşalan iddialar haline geldi.

Fenerbahçe camiasının büyük kısmı tarafından sevilen ama herkesi de kapsadığını söyleyemeyeceğimiz başkan bu süreçte gösterdiği tutum ile bir anda lider pozisyonuna geçti. Ve tam da o anda Özel Yetkili Mahkemeler’in işleyiş biçimi kimseyi şaşırtmamak üzere Ergenekon, Balyoz, KCK, Devrimci Karargah davalarında izlenen yollardan geçerek akla karayı, sapla samanı birbirine kata kata bilinçleri çorba etmek üzere organize bir çabaya girdi.

Yaşananları benzeştirerek yapılan operasyonun tüm parçaları kapsamaması kafalarda soru işaretleri oluştururken ÖYM’ler ve soruşturmayı sürdüren savcılar, ortaya muğlak ve belirsiz kanıtlar süren Emniyet Fenerbahçe camiasındaki ilgiyi de haliyle iktidar bloğu ve Gülen Cemaati üzerine yoğunlaştırdı. Operasyonun ilk şokunun atlatılması ile Fenerbahçe camiası açısından sorunun da adı konmuş oldu: Fenerbahçe’yi ele geçirme operasyonu.

O gün hemen hemen eksiksiz tüm Fenerbahçelilerin iddiası şuydu: Ortada yapılmış bir şike varsa bunun tüm sorumluları eksiksiz ve ayrımsız cezalandırılsın. Ama futbolun tüm kirlenmişliğini Fenerbahçe üzerinden aklamaya çalışıyorsanız da buna izin vermeyiz…

Nitekim tüm bu dava süreci bir yıl kadar Fenerbahçelilerin yoğun çabasıyla Köprü yürüyüşünden, Silivri’ye, Çağlayan adliyelerindeki duruşmalara kadar hep bir iktidar karşıtlığı ve bunun karşısında da yoğun çatışmalarla sürdü gitti. Devlet her davada kalabalık grupları biber gazı, TOMA ve coplar ile dağıtabildi. Her dava salonda görülenin yanında dışarda da ayrı bir hesaplaşma ile sürdü gitti. Fenerbahçe camiasında yatan iktidar karşıtı canavar bu yolda uyandı ve yaşananların adını net olarak ortaya koydu: Cemaat Fenerle Başa Çıkamaz!

O gün cemaat olarak adlandırılan içinde iktidar partisini de barındıran bir güçtü. Fenerbahçe ve Türkiye futbolunun simge isimlerinden Lefter Küçükandonyadis’in cenazesinde Erdoğan’ın statta yaşadığı protestolar bu ayrılmazlığı göstermek açısından oldukça önemlidir.

Devletin intikamcı yapısı hemen o sezonun son maçında kendini gösterdi ki 12 Mayıs 2012 tarihinde oynanan Galatasaray maçından sonra ortada o kadar olayı doğuracak sebep yok iken ortalık bir anda savaş alanına döndü ve onbinlerce insan ayrımsız biber gazı ile provoke edildi. (Yaşananlar sanki Gezi olaylarının provası gibiydi.)

Aziz Yıldırım’ın tahliyesine kadar geçen bir yıllık sürede Fenerbahçe camiası çok yol aldı, iktidar ile arasına çok mesafe koydu. Bu süre tam bir uyanmaydı.

Ayağa kalkma

Aziz Yıldırım’ın tahliyesi sonrası camia yelkenleri suya indirmiş gibi gözükse de Gezi süreci esasında uyanmış camianın ayağa kalkması için bir nedene ihtiyaç duyduğunu gösterdi. 3 Temmuz’un uyandırdığı hiç te hesapta olmayan bir kitle bir anda Gezi sürecinin aktörlerinden bir tanesi oluyordu. Dışardan bakanlar için anlaşılması zor gözükse de olayları takip edenler için beklenen bir katılımdı bu. Daha Gezi olayları yaşanmadan kısa bir süre önce Kadıköy’de taraftarlar(tesadüf ki bir önceki sene gibi yine 12 Mayıs ve yine Galatasaray maçı) Reyhanlı’da yaşanan patlamanın sorumluluğunun hükümette olduğunu görmüşler ve maçtan önce büyük bir katılımla bu durumu protesto etmişlerdi. Her ne kadar Fenerbahçe başkanı Başbakan’dan önce bu protestocuları terörist diye yaftalasa da bu durumu kimse takmamış aksine daha da öfkeye neden olmuştur.

31 Mayıs günü kopan Gezi olaylarında Fenerbahçelilerin yoğun katılımının okumasını bir yıl geriden başlatmak gerekmektedir. 3 Temmuz 2011’de başlayan uyanış 31 Mayıs 2013 ile ayağa kalkmaya evrilmiştir. 10 Temmuz 2011’de denenen ama yoğun polis saldırısıyla (Polisin ”gerekirse mermi kullanın” emrinin kayıtları internette rahatça bulunabilir) yarım kalan Boğaz Köprüsü’nden yürüyüş  o gece tamamlanmış ve şehrin iki yakası bir araya gelebilmişti. On beş gün boyunca gerek Gezi Parkı’nda gerekse Türkiye’nin değişik şehirlerinde Fenerbahçeliler aktif olarak görev almış ve taraftarlık kimliklerinin artık farklı bir anlam kazandığını sokakta bizzat yaşayarak görmüşlerdir.

Çatışmaların yoğun yaşandığı Taksim Beşiktaş hattı kısa sürede Kadıköy hattına kaymış ve burada 3 Temmuz’un yarattığı direnç ete kemiğe bürünmüştür.

Liglerin başlamasıyla beraber sokaklarda sönümlenen protestolar bir anda stadyumlara taşmış ve Kadıköy protestoların sayılı merkezlerinden biri olmuştur. Özünde çok da yaygın yaşanmayan bu protest yapının sayılı köşe taşlarından biri de Şükrü Saraçoğlu Stadyumu olmuştur.

Yürüyüş… Ama nereye?

Ve geldik son ve içinde bulunduğumuz döneme. Yargıtay’ın Aziz Yıldırım hakkındaki kararı onamasıyla başlayan III. döneme. Bu dönemin en önemli özelliği yeniden yargılama süreci ve 2013 sonunda artık açıkca ifade edilen hükümet cemaat çatışması.

Hükümet Cemaat çatışması sonucunda yaşanan ve bir ucu emniyete öbür ucu da yargıya uzanan kriz beraberinde yeni olasılıkları da getirdi. Bu olasılıklardan bir tanesi de Özel Yetkili Mahkeme’lerin kaldırılarak buralarda görülen davaların yeniden ele alınmasıydı. Yargıtay’ın Aziz Yıldırım hakkındaki kararı onamasıyla beraber gündeme gelen bu yeniden yargılama olasılığı da Fenerbahçe camiası için ister istemez hükümet üzerinde bir baskı oluşturmayı da beraberinde getirdi. Aziz Yıldırım’ın aldığı cezaya rağmen ülkeye dönüşü ve bu dönüşün kalabalık bir taraftar kitlesi tarafından karşılanarak büyük bir protesto gösterisine dönüştürülmesi de bunun göstergelerinden birisiydi.

Artık Fenerbahçe camiasının uyanışından değil kanlı canlı ve de politik bir varlık olarak yürüyüşünden bahsetmek mümkün. Ama tam da burada arabaşlıkta sorduğumuz soruyu yinelemekte fayda var: Yürüyüş, ama nereye?

Bu noktada kafaları kurcalayan ve de karar verilmesi gereken, Fenerbahçe’nin çıkarlarına mı değerlerine mi yürüneceğidir. Çıkarlara doğru yapılacak bir yürüyüş ister istemez şu anki hükümet ile bir uzlaşmayı getirir ki tüm söyleminiz ve eyleminiz sizi Cemaat karşıtı konumlandırırken hükümeti hep bu süreçlerden ayrı tutmayı getirecektir.

Fenerbahçe’nin şu ana kadar ortaya koyduğu ve bir anda sportif bir özne olmadan politik bir kimlik olmaya doğru götürten süreç ise değerleriyle özdeşleştirdiği ve özünde şu andaki hükümetle çatışkan bir duruştur. Bu duruşun gerektirdiği ise şu ana kadar yaşanan herşeyin ayrımsız bir biçimde AKP-Cemaat bloğu tarafından gerçekleştirildiği yönünde olduğu ve bu bloğun hiçbir kanadıyla pazarlığa girilmemesi yönündedir.

Maalesef gelişmeler başta Aziz Yıldırım olmak üzere Fenerbahçelileri çıkarlar peşinde koşmaya götürmekte ve bu da değerlerden dirhem dirhem eksiltmektedir. Aziz Yıldırım’ın Erdoğan’ı camianın tepkisinden koruyan davranışları ve en son üstü kapalı da olsa cezai yaptırımlara karşı küfür kisvesi altında 34. Dakika protestolarını bastırıcı yaptırımları suyun ne tarafa doğru akacağının sinyallerini vermektedir.

Başta da söylediğimiz gibi Türkiye Futbolu temiz bir sistem değildir. Futbolu neresinden tutarsanız elinizde kalmaktadır. Bu pisliğin temizlenmesi için ayrımsız ve topyekün bir arınma gerekmektedir. Ne biri eksik ne biri fazla. Bu temizlenme simge kişilikler üzerinden ve yetersiz kanıtlarla yapılamaz.

Mücadele ve sol

3 Temmuz 2011 için Fenerbahçe camiasının miladı diyebiliriz. O güne kadar polisle yaşadıkları karşıtlıklar daha çok tribünsel meselelerle olurken (‘Sandıkta Görüşürüz Mesut Bey’ pankartı ile yaşananı ayrı değerlendirmek gerek) o tarihten sonra ciddi politik karşı karşıya gelişler yaşandı. Her dava günü irili ufaklı yaşanan çatışmalar 12 Mayıs 2012 tarihinde resmen polisin bir intikam saldırısıyla karşılık buldu. Protestolar artık stadlardan meydanlara yansıdı, Bağdat Caddesi’nde düzenlenen protesto gösterileri, Kadıköy mitingi ve 1 Mayıs’lar stadyumların karşılayamadığı ve alanlara taşan Fenerbahçelilerin yeni meskenleriydi.

Gezi olaylarına kadar bu hareketler özellikle sol camiaların görüş açılarının hep dışında kaldı. Gezi, bu ülkede taraftarlık denen bir varoluşun gerçekte nasıl da politikleştiğini göstermesi açısından oldukça önemliydi. Nasıl ki 90’lar sonrası sol aydınlar futbola olan ilgilerini açığa çıkarttılar, Gezi’den sonra da sol taraftarları keşfetti diyebiliriz sanki. Ama halen Gezi’nin etkisi dışında, yani yedek bir güç olarak algılanmaktan öteye gitmemektedir.

Kulüp taraftarlığı genel toplumsal havadan ve politik varoluşlardan soyut değildir. Bu anlamıyla bu camiaların politik duyargaları sonuna kadar açıktır. Özellikle Fenerbahçe gibi camialarda bu tip politik yönelim dönemlerinde tek başına belli grupların seslenmesi yeterli olmayabiliyor. İş bu açılmış duyargalara kalıcı, samimi bir şekilde seslenmeyi gerçekleştirebilmekten geçmektedir. Sol yüzünü biraz da bu tarafa çevirebilirse hem buradan yükselen çığlığı görmek hem de yeterince kirlenmiş ve yozlaşmış bir düzene karşı çıkanlara destek vererek futbol ortamının sömürü çarklarına çomak sokulmasını sağlayabilir.


Tek başına bırakılan bu mücadelenin AKP ve Cemaat ile uzlaşmasını engellemek daha fazla dayanışma gerektiriyor. Yani en klasik tabirle maalesef kurtuluş yok tek başına…

Vamos Bien


11 Kasım 2014 Salı

La Liga'nın en kötü maçına gittik: Valencia - Athletic Bilbao




9 Kasım 2014 Pazar
Valencia: 0 - Athletic Bilbao: 0

Vizeniz varsa ve karşınıza çıkan promosyon biletler aklınızı çelecek kadar ucuz ise durmanın anlamı yok. Bilet-tarih-maç eşleşmesini en hızlı şekilde yapıp promosyon bitmeden uçaktaki yeri garanti altına almak ile başlıyor her şey. Bilet alımını yaptıktan sonra işin eğlenceli kısmı seyahat organizasyonunu gerçekleştirmek. Bunun için en azından iki ayınız olduğundan çok yaymadan ama alternatifleri iyi değerlendirerek bir organizasyon yapmakta fayda var.

İşte, bizim Valencia seyahati de böyle bir çercevede gerçekleşti. THY’nin dönem dönem yaptığı promosyonlarda 99-119 Euro arasında uçtuğu yerler olduğunu görünce hemen lokasyonları önümüze dizdik ve Torino’da Juventusu izlemek ile Valencia’da Valencia’yı izlemek arasında seçim yapmaya kaldı iş. Torino’nun mevsimsel olarak soğuk ve gezecek daha kısıtlı yer olmasından dolayı rotamızı Valencia’ya çevirdik ve bir rakı sofrası muhabbeti iki tık ile gerçek bir haftasonu seyahatine dönüştü.

Airbnb’den tam şehir merkezinde kiralanan uygun bir ev ve rentalcars’dan kiralanan çok ucuz bir araba ile seyahat için gerekli dört bileşenden üçünü sağlamış olduk. Dördüncü de gezinin gerçek amacına götürecek şey olan maç biletiydi.

İspanya'da Passolig yok la!
Haftalar öncesinden İspanya’da maç bileti kovalama pratikleri yaparak Valencia’nın çeşitli maçlarına hangi sitelerden bilet alındığını keşfetmiş olmanın rahatlığıyla gideceğimiz maç olan Athletic Bilbao maçından önce Mestalla’da oynan son maçı bekliyorum. Her bilet evdeki maçtan hemen sonra satışa çıkıyor. Çıkıyor çıkmasına ama Bilbao maçının bileti bir türlü satışa çıkmıyor. Maç 9 Kasım Pazar. Maça altı gün kalmasına rağmen halen bilet satışa çıkmadı ve inceden bir telaş başladı derken biletler entrandas.com sitesinden satışa koyuldu. Biletix’den deneyimli parmaklar 2-3 browser denemeyle sınırlı sayıdaki yerlerden bileti almayı başardı. Tanesi 20 Euro’an Kuzey kale arkasındaki yerlerimizi de sağlama aldıktan sonra uçağın kalkacağı gün olan cumartesiyi beklemeye başladık. Bu arada internetten aldığınız bilete ne Passolig ne de benzer bir kart talebi var. Kredi kartınızla aldığınız bilete kişisel hiçbir bilgiyi verme durumuyla karşı karşıya kalmadan sahip olabiliyorsunuz. Bileti de mail adresinize gönderilen belgeyi basarak yanınıza alıp maça girebiliyorsunuz. Yani burdaki gibi bileti internetten al, Biletix gişesine git, kimlik kartı, kredi kartı eşleştirmesi yap, görevliye kendin olduğunu yalvar yakar anlat sonra da biletini al olayı yok. Mail, print ve maça git…

Sana geldik Valencia
Neyse, klasik bir THY yolculuğu ve 3.5 saat sonra Valencia havaalanına indik ve aracımıza kurulduk. Şehre çok yakın olan havaalanından kiraladığımız eve gitmemiz 15-20 dakikayı geçmedi gibi bir şey. Kiraladığımız ev eski şehrin tam göbeğinde, geniş ve rahat bir evdi. Oldcity denen bölge kafe, bar ve restoranlarla dolu turistik bir bölge. Ve cumartesi gece her yer tıklım tıklım dolu. Biz de bu kalabalığa kendimizi bırakıp çok mekan, az az ye-iç ekolüyle gece 03.00’de eve döndüğümüzde çokca içmiş olduğumuzun farkına anca varabildik. Valencia usülü Paella, şarap, bira, kalamar ana besinler olarak kalmak üzere değişik pek çok besini de bunların etrafına ekleştirerek geceyi tamamlamıştık.

Pazar günü maç günüyde ve günlük planımız önce Valencia stadı olan Mestalla’nın hemen yanında yer alan bit pazarını ziyaret etmek ve ardından da deniz kıyısına inmekti. Stada yaptığımız yolculuk çok uzun sürmedi ve bit pazarında yaptığımız gezinti ile tekrar yola koyulduk. Valencia bit pazarı Hamburg’un bit pazarı gibi değildi. Biraz hayal kırıklığı yarattı açıkcası.

Ve Akdeniz
Deniz kıyısına indiğimizde uzun ve geniş kumsal ile Akdeniz’in batı kıyıları karşımızdaydı. Kumsal kenarına sıralanmış restoranlardan birine oturup Sangria, kalamar, Paella üçlemesi ve dolgu yapan yiyecekler eşliğinde kumsal turumuzu bitirip arabayla Valencia’nın simgesi olan bilim müzesi panoromik turunu yaptık ve kendimizi hemen stadın yanına attık. Artık maça 3 saat kalmıştı ve stadın yanına gidip bira içme vaktiydi. Erken gidelim ki arabayı da park edecek yeri bulalım dedik ve kolayca yerimizi bulduk. Saat 16.00 ve stadın etrafındaki boşluk bizi şaşırtmadı değil. Sanki Passolig çıkmış ve kimse maça gelmeyecekmiş havası hakimdi. Resmi Valencia mağazası ve stadın etrafını tavaf işini yaptıktan sonra Mestalla’nın hemen yanında yer alan 2-3 bardan biri olan Manolo’nun barına oturduk. Manolo El Del Bombo İspanyol milli takımının meşhur amigosu. Bizdeki Amigo Biral gibi. Kendisi de barda.

Manolo El Del Bombo

Manolo Amigoluk yaparken
Erkenden stada
Maç saati yaklaştı ve saat 17.30 gibi etraf kalabalıklaşmaya başladı. Tam barın önü Curva Nord tayfanın toplaşma alanı. Gençler Curva Nord atkılarıyla geldiler ve biraz sonra stadın ön kapısına gelecek olan Athletic Bilbao otobüsünü beklemeye başladılar. Etrafta Bilbao formalı çok insan var. Valencia tribünlerinin tek grubu Curva Nord’un toplaşma yerindeyiz ama arada Bilbao formasıyla takılanlar da var. Şaşırtıcı. Derken bir gürültü kopuyor ve takım otobüsü geliyor. Ardından da Bilbao otobüsü. Ortalığı bir anda ‘Viva Espana’ marşı kaplıyor. Bilbaolular Bask ve Valencialılar da kendilerini İspanyol olarak görüyorlar ve gelen misafirlerini İspanya marşıyla karşılayarak bir nevi tepki ve portesto düzenliyorlar.

O anda az önce yağan yağmurun etkisiyle çok net bir gökkuşağı stadın üstünde bir köprü oluşturuyor ve ortaya çok şiirsel bir görüntü çıkıyor. Gökkuşağı sanki Valencia FC’nin renklerini de temsil ediyor. Nasıl diyeceksiniz? Ben size sorayım, Valencia FC’nin renkleri nedir? Yolda giderken aramızda sohbetini yaptık bizde ve her kafadan ayrı ses çıktı. Siyah-beyaz, turuncu-siyah, sarı-kırmızı, mavi-beyaz, hepsi?.. Kulübün renkleri konusunda bir netliğe kavuşamadan bu gökkuşağı sanki bize cevabı yapıştırdı gibi.

Gökkuşağı renkleri ile bezeli Mestalla
Gireceğimiz kapıyı önceden bulduğumuz için içeri girişimiz kolay oldu. Cebimizdeki fotokopileri basit turnikelerdeki barkod okuyan cihazlara okutup içeri girmek bir dakika sürmedi. Herhangi bir arama tacizine de uğramadan yukardaki yerimize doğru tırmandık ve tribündeki yerimizi aldık. Artık klasik oldu, yazmadan geçmeyelim; Maçın başladı ama stad halen boş ve 5. dakika dolarken stad da dolmaya başlıyor ve sonra full.

Curva Nord
Curva Nord karşımızdaki kale arkasında en alt bölümde. O tribün yaklaşık bin kişilik falan ve tamamen Curva Nord’a ayrılmış. Hemen kalenin arkasındalar. 90 dakika susmadan bağırdılar ve stad çok nadir eşlik etti. Adamlar az ama iyiler. Tezahüratları çoğunlukla bildik besteler ve hareketli ezgiler.  Tek şanssızlıkları maçta gol olmaması ve daha büyük bir coşkuyu paylaşmamalarıydı. Arada aşağıdan yukarı doğru bir kişiyi rock konseri misali eller üzerinde tribünde dolaştırmaları falan eğlenceli işlerdi. Bir de bulundukları tribünün esasında Nord değil de Süd olması da ilginç bir tezattı.

Maça gelince, Valencia bu haftaya kadar Real’in ardından ikinci olarak liderlik mücadelesine ortak olmuştu. Bilbao’da diplerdeydi. Ama maçta daha derli toplu bir Bilbao ve bal yapmayan bir Valencia vardı. Maç boyunca 1-2 organize atak dışında neredeyse pozisyonsuz ve de zevksiz bir maç izledik. Golsüz beraberlik ile stadı terkettik.

Mestalla
Stada gelecek olursak, Mestella stadı televizyondan gördüğüm kadarıyla bana hep ilginç gelmişti. İlginçliği, tribünlerin çok dik olmasıydı. İçinden bakınca bu diklik daha belirgin hale geliyor. Üç tribünün üstü açık ve üzeri kapalı olan tribünden daha yüksek. (Bizim gibi şansınıza yağan yağmur düşerse üzerinin açık olması işinize gelmiyor.) Deplasman tribünü bizim bulunduğumuz tarafta ve güvenlik önlemi öyle abartılı boyutta değil. Stadın dışına Valencia’nın efsane futbolcularının resimleri ve Valencia’nın kazandığı şampiyonlukların olduğu büyük posterler asmışlar. Dışardan etrafını dolaştığınızda Valencia’nın başarı tarihini de gördüğünüz bir açık hava müzesini gezmişsiniz hissine sahip oluyorsunuz.

Mestalla 55.000 kişilik

Atkıcılar olmazsa olmaz

Stadın dışından Valencia FC'nin tarihini takip etmek mümkün
Maçın ardından stadın yanında kurulmuş fanzone’da biraz vakit geçirip soluğu tekrar Oldcity’de alıp ertesi gün uçak kalkana kadar bira-etrafta dolanma ritüellerimizi devam ettirdik.

Valencia’da maç deneyimi açısından bir değerlendirme yapacak olursam, stadın dolu olması güzel bir ortam için gerekli zemini hazırlıyor fakat maç havasını solumak açısından alıştığımız maç günü görüntülerini ya görmüyoruz ya da çok kısa bir süre sürüyor. Maç, insanların vakit geçirdiği, sosyalleştiği bir etkinlikten çok sadece bir spor karşılaşması etkinliği havasında görülüyor. Tutkudan çok seyir eylemi daha hakim. Bu da benim gibi tutkuyu ön planda tutan futbol taraftarları açısından tercih edilecek bir şey değil gibi. Kötü mötü ama en nihayetinde bir La Liga mücadelesi. Şansızdık belki de.


Valencia'da ne var?
Şehir olarak da Valencia bulunduğu sahil ile bir yaz şehri. Şehrin tarihi dokusu, mimarisi klasik bir Akdeniz şehri yapısında. Gezecek yer olarak baktığınızda müzeler, tarihi yerlerle dolu bir şehir değil. Sanat ve Bilimler Sitesi denen kompleks sonradan şehre kazandırılmış bir alan ve burada müze, akvaryum gibi merak edenlerin göreceği kimi şeyler mevcut. Bir diğer alan da şehrin içinden geçen ama sık sık taştığı için yatağı değiştirilen nehrin yeşil alan yapılmış hali. Bunlar dışında sokaklar, cafeler, restoranlar, barlar…


5 Haziran 2014 Perşembe

ANTİRA2014


St. Pauli Bizi Fethetti



Bu sene 8. Kez düzenlenen Antira futbol turnuvasına 2. kez katıldık. Turnuva Alerta isimli antifaşist taraftar örgütlerinin organizasyonuyla iki yılda bir Almanya’da St. Pauli taraftar birliği olan Fanladen’in, ara yıllarda da belirlenen grupların organizasyonuyla gerçekleştiriliyor. (Yapılan toplantılar sonucunda önümüzdeki sene Malmö taraftarları düzenleme işini üzerlerine aldılar.)

Bu sene ilk katıldığımız seneden farklı olarak tüm organizasyon St. Pauli’nin stadı olan Millentorn’da gerçekleştirildi. (İki sene önce stad inşaatından dolayı başka bir amatör takımın sahası ve tesislerinde gerçekleştirilmişti.) Turnuva stadda oynanıyor, insanlar tribünlerde maçları izliyor, koridorlarda da gelen taraftar gruplarının açtığı standlardan alışveriş yapıp bira içerek sohbet ediliyordu. Hemen stadın yanında da Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelen gruplar kendilerine ayrılan çadırlarda kalıyorlardı.

Stadın hemen yanındaki kamp alanı ve Vamos Bien çadırı
Tamamen birbirini tanıma ve davet esasıyla çağrılan taraftar grupları kaynaşmakta çok güçlük çekmiyordu. Kah çeşitli yazışmalardan kah da çeşitli ziyaretlerden herkes birbirini çok iyi tanıyordu. Geçen turnuvaya Türkiye’den ilk kez davet edilen grup Vamos Bien iken bu sene Ankara’dan Gençlerbirliği taraftar grubu Kızıl Kara da organizasyondaki yerini aldı.

Turnuva
Turnuvanın esası temsilden çok kaynaşmayı amaçladığı için takımlar tek başlarına sahada bulunmak yerine belirlenen taraftar gruplarıyla bir takım oluşturdular. İkili gruplar ister birer devre olarak isterlerse de karma takım çıkartarak maçları yaptılar. Bizim beraber oynadığımız taraftarlar Marsilya taraftarlarıydı. Gerçi takımdaki eksiklikler orada olan herhangi bir kişi tarafından da doldurulabildiğinden bu sınırlar çok da önemli değildi ama kağıt üzerinde olması gereken bir takım ve çıkılması gereken bir maç vardı.

Toplamda 18 takım (Her biri iki ayrı gruptan oluşuyor.) 30 Mayıs-1 Haziran tarihleri arasında 3 grupta maçlar yapıp ilk 16 sırayı alanlarla elemeli usul üzerinden finale kadar gittiler. Karma takım oluşturulsa da kadınlar için de ayrı bir kategori var. Geçen seferden kendimize bir çeki düzen verme sözü vermemize ve bu organizasyona 6 ay öncesinden hazırlanmaya başlamaıza rağmen 14. Olmaktan kurtulamadık. Gerçi tarihlerin ilk açıklandığı zaman bilet organizasyonu yapıp kafileyi yola düzmeye hazır etmiştik ama sonradan gördüğümüz kadarıyla biz daha uçaktayken turnuva başlamış ve ilk üç maçı oynamışlardı bile. Bize kalan ise son bir maç oynamak gibi gözükürken organizasyonun yorgunluğu (tabii sadece organizasyon değil tek sebeb J ) pazar sabahı son maça zorla çıkmamıza ve elendik nasıl olsa diyerek konsantrasyonu başka işlere vermemize sebep oldu. Ama arkasından gelen ‘hadi eleme maçınız var’ anonsu grubu bir anda şaşkınlığa sürükledi ki bu şaşkınlıkla sahaya çıkmak oldukca zordu.

Sadece Futbol mu?
Merkezine futbolu koyan ama futbol oynamak dışında paneller, atölye çalışmaları, söyleşiler ve bol sohbeti de futbol kadar önemli olan bu organizasyona katılıp da mutlu, huzurlu ve kafası dolu dönmeyen bulmak zordur sanırım. Neredeyse üç gün boyunca uyumayan bir organizma gibiydi kamp alanı. Sürekli bir konuşma, tezahürat, gürültü yumağında uyumak oldukça güçtü zaten. Bir de 22.30 gibi kararıp 03.00 gibi aydınlanan havayı da yanına eklersek günler bitmek bilmiyordu.

Yola çıkış
İlk gün olan 30 Mayıs Cuma günü İstanbul’dan yola çıkan 9 kişi öğlenden sonra Hamburg Havaalanına indik. Burada bizi karşılayan Antira ekibi iki minibüs ile bizi kamp alanına getirdi. Kamp alanında bizden önce İstanbul’dan gelen 5 ve Almanya’dan katılan 2 arkadaşımızla buluşarak ekibimizi tamamladık. Altı ay önceden organize olmanın meyvesi olarak 16 kişi olarak Antira’da yerimizi almış bulunduk.  Önce beraberimizde götürdüğümüz pankartları Millentorn’a asıp sonra maça çıkacak arkadaşlarımızı hazır ettik.

Pankartlarımız tribündeki yerini aldı

Bu arada bizim de gelmemizle beraber Alerta toplantısına katılmak üzere gruptan bir arkadaşımızla beraber toplantının yapılacağı lokale doğru yollandık. Yolda diğer gruplardan gelen arkadaşlarla kısa sohbetler yaparak toplantıyı gerçekleştirip etkinlik çadırında gerçekleştirilecek panelde yerimizi aldık.

Panelde USP, Bukaneros, Kara Kızıl ile beraber söyleştik

Panelin konusu ‘Sosyal Gösterilerde Taraftarların Rolü’ olarak belirlenmişti ve katılan dört konuşmacıdan ikisi de haliyle Türkiye’den gelen Vamos Bien ve Kara Kızıl adına konuşan arkadaşlardı. Diğer ikisi ise Ultras St. Pauli ve Bukaneros gruplarındandı. Doğallığında buradaki ana konuşmalar ve sorulan sorular hep Gezi direnişinin etrafında döndü durdu.

Panel sonrası artık akşam olmuş (gerçi hava apaydınlıktı ama) ve gece yapılacak parti öncesi hem karnımızı doyurma hem de kısa bir St. Pauli turu yapmaya karar verdik. Yediğimiz yemekleri biraz dolaşarak eritmeye çalıştıysak da kamp alanında içtiğimiz biralarla bu pek de mümkün gözükmüyordu. Biranın sudan daha ucuz olduğunu düşünecek olursak bundan daha doğal birşey aramak da biraz saflık olurdu.

Bira önemli
Bu arada bira hemen stadın aldında Fanladen (St. Pauli Taraftar Birliği gibi bir oluşum) odası ve Taraftar barının hemen önünde satılıyordu. Bira Hamburg’un en yaygın birası ve aynı zamanda St. Pauli’nin de sponsoru olan Astra birasının şişesiydi ama ilginç bir uygulama yapmıştı Antira’yı organize edenler. Plastik turnuva bardaklarını 1 Euro’ya satıyorlar ve şişeleri bu bardaklara dolduruyorlardı. Bira içmek için bardağı yanınızda taşıyordunuz ve götürüp yine 1 Euro’ya doldurabiliyordunuz. Böylece ortalıkta şişeler çöp gibi yığılmıyor ve de kırılarak insanlara zarar veremiyordu. Gerçi herkes bardakları kaybediyordu ama elinizi attığınızda bir bardak buluyordunuz. Bir de 6-7 yaşında çocuklar bardak toplayıp bunları paraya çeviriyor ve gidip St. Pauli ürünleri alıyorlardı ki sonuçta para yine bir biçimde taraftar ürünleri veya kulübe gidiyordu.

Stadın altındaki bar ve taraftar merkezi hava aydınlanana kadar açıktı

Uykusuz ve alabildiğine soğuk bir gecenin sabahında kısa bir St. Pauli turu yapıp Cumartesi günleri açılan bit pazarına rastgelerek 1-2 saatimizi ilginç ve çok ucuz bir alışverişin içinde geçirdik. 2 Euro’ya plak, 4 Euro’ya postal, 2 Euro’ya şapka gibi şeyler alıp tekrar kamp alanına geçtik. Burada, atölye çalışmaları, söyleşilerin yanısıra Alerta toplantısı bir önceki gün kaldığı yerden devam etti.

Gezi Direnişi yıldönümü
Cumartesi günü turnuva maçlarına ara verilmişti. Günün ilk kısmı diğer çalışmalara ayrılmışken öğleden sonra tam saha iki maç oranize edilmişti. Bu maçlardan ilki Göçmenler ile ikincisi de Eski St. Pauli’li futbolcu karmasıyla Antira karmalarının karşılaşmalarıydı. Antira karmasında isteyen herkes oynamak için başvurabiliyordu. Vamos Bien adına iki arkadaşımız ilk maç olan Göçmen karmasıyla karşılaşırken sahada bulunan tek kadın futbolcunun grubumuzdan bulunması bizim için ayrı bir kıvanç kaynağıydı. Maç esnasında maraton tribünde bulunan taraftarların coşkusu görülmeye değerdi.

Gezi Direnişi anması

Gün 31 Mayıs’tı ve bizim için ayrı bir öneme sahipti bu gün. Gezi olaylarının yıldönümü olması ve İstanbul’dan gelen haberler ile grup olarak farklı bir ruh halindeydik. Gelmeden önce organizasyon komitesinden bir anma yapmak için izin istemiş ve buna dair birtakım hazırlıklarda bulunmuştuk. Bir metin hazırlamış ve bu metni ingilizce ve almancaya çevirmiştik. Pankartlarımız ve Gezi şehitlerinin resimleri tribünde yerini almıştı ilk günden. Bir de Almanya’dan gelen arkadaşımız bol miktarda meşale ve sis bombası getirmişti. Amacımız kale arkasında pankartlarımızın asılı olduğu yerde bu anmayı yapmaktı ama o tribünün arkasında bizim organizasyondan bağımsız çocuklar için bir etkinliğin olması ve meşale ile sislerin çocukları rahatsız etme ihtimaline karşı bizi Maraton tribününe aldılar ve iki maçın arasında da mikrofonu bize vererek metnimizi okumamızı sağladılar.

Uzun metinleri kitlelere okumak Türkiye’de derttir. Gerçi yazdığımız metin görece akıcı da olsa kalabalıklar genelde dinlemez ve bir uğultu olur, insanlar sıkılır diye tek dilde okumaya karar verip ingilizce bilen bir arkadaşımıza verdik okuma görevini. O teknik masada yerini alırken biz de tribünün üst bölümünde pankartımız (OccupyGezi) meşalelerimiz ve sis bombalarımızla hazır bir biçimde bekliyorduk. Kara Kızıl’ın da katılmasıyla beraber anma etkinliğinin duyurusu yapıldı ve arkadaşımız metni okumaya başladı. Bütün herkes susmuş ve cankulağıyla söylenenleri dinliyordu. Konuşma bitince bu sefer meşalelerimiz ve sislerimizle beraber tek tek Gezi Şehitleri’nin isimlerini bağırarak bir de tribünde andık onları ve ardından da Gezi sloganları. Herkes alkışlarken ‘Alerta, Alerta, Antifascista’ sloganıyla da bütün katılanları ortaklaştırarak anmamızı bitirdik.

Tribünden ayrılırken herkesin gelip tek tek bize saygılarını belirtmesi ve konuşma üzerine birşeyler söylemesinden anladık ki insanlar dinlemişler. Bu bizim için büyük şaşkınlıktı, çünkü ülkemizde bu tür konuşmalar genelde dinlenmez. Ama amacımıza ulaşmıştık. Gezi direnişini ve o günden bugüne yitirdiklerimizi tek tek Avrupa’nın dört bir yanından gelenlere anlatmıştık.

Vamos Bien standı


Berkin bizimle
Standımıza gittiğimizde bu ilginin orda da devam etmesi bizi oldukça şevklendirdi. O gece St. Pauli semtinde bulunan ve Gezi benzer bir direnişe sebep olan işgal evi Rote Flora’da Antira için yapılacak bir konser vardı. Tüm katılımcılar staddan Rote Flora’ya kadar yürüyüş yaparak gidecektik. O an standımıza bir haber geldi ve polisin yürüyüş güzergahında önlem aldığı ve bize özel olarak da polis saldırmadan saldırılmamasını ilettiler. (Nasıl bir izlenim bıraktıysak artık J ) Biz de Türkiye’de Gezi yıldönümüne ait kara haberler alırken böylesi bir yürüyüşle oldukça heyecanlanmıştık. Hemen standımızı toplayıp yürüyüşe hazırlanmak için çadırımıza geçtik.

Çadıra geçerken organizasyonda da aktif görev alan USP içindeki ZieleGruppe isimli altgrubun (ki kendileriyle oldukça yakın ve de sıcak ilişkiler içindeyizdir) bizi ziyaret edeceklerini öğrendik. Çadır içinde herkes üstünü başını akşama göre düzenlerken bir anda başlayan bir tezahürat ve çıldırma eşiğinde kapalı çadırda patlatılan mavi bir sis bombası ile ortam Şirinler köyüne dönerken sabahlara kadar tezahürat yapıp, içen İskoçlar, Belçikalılar ve bilumum ülke insanı şaşkın bakışlar ile bizi izlemeye başladı ki sanırım noktadan sonra adamların saygısı farklı bir aşamaya evrildi. Çadırdan dışarı çıkan mavi duman ve içerden gelen ‘Biber Gazı Oley’ sesleri ile artık nefes almak dayanılmaz noktaya erişince kendimizi dışarı güç attık. Bir kısmımız birkaç saat mavi tükürdük ve çadır 12 saat kadar sis koktu ama oldukça eğlenceliydi J

Biber Gazı Oleeeey

Çadırdan kendimizi dışarı attığımızda karşımızda ZielGruppe elemanlarının şaşkın bakışlarını görünce biraz toparlandık. Sonra karşılıklı tezahüratlar ve beraber az çıldırmalardan sonra dost Zielgruppe bize Elvan ailesine vermek üzere stadda açtıkları Berkin pankartı ile kendi grup pankartlarını verdiler. Biz de onlara kendi grup pankartımız ile hazırladığımız grup kitapçığını verdik ve karşılıklı kısa konuşmalardan sonra beraber resim çektirdik.
Berkin için Zielgruppe'nin Millertor'da açtığı pankart


Ve pankartı Elvan ailesine göndermek için teslim aldık


Rote Flora yürüyüşü
Daha sonra yürüyüş başladı ki ortalık bir anda çatır çutur patlayan torpillerle yankılanmaya başladı. Staddan çıkan yaklaşık 1000 kişilik bir grup son derece coşkulu bir biçimde yolları kapatarak Rote Flora’ya doğru meşaleler, torpiller eşliğinde akıyordu. Yolda polis yoktu ama gelen haberler hemen güzergahın arka sokaklarında yoğun önlem alındığı şeklindeydi. Yol boyunca 1-2 banka tahribatı ve yazılamalar dışında pek olay yaşanmadı. Antikapitalist ve antifaşist sloganların dışında türkçe ve almanca atılan ‘Her Yer Taksim Her Yer Direniş’ sloganı gözlerimizin gazsız yaşarmasına sebep oluyordu.

Rote Flora'ya yapılan yürüyüş oldukça keyifliydi

Rote Flora’nın önüne gelince yaklaşık yarım saat kadar cadde trafiğe kapatıldı ve sloganlarla beklendi. Yarım saat sonra insanlar yavaş yavaş binaya girerek konser için beklemeye başladılar. Biz de ilk kez girdiğimiz bu mekanda hem St. Pauli’li dostlardan buranın hikayesini dinledik hem de etrafımızı inceledik. Bina 20 yıldan fazladır semt sakinlerinin işgali altında. Evsizlere kalacak yer olmaktan kültür merkezine uzanan bir hikayesi var. Kültür merkezi olurken evsizleri dışlama gibi bir tutum yok elbette. Kültür merkezi diyince gözünüzde allı pullu bir yer canlanmasın. Oldukça kıt imkanlarla kotarılmış ve her tarafı grafiti ve duvar yazılarıyla kaplı bir bina. Ama herşey semt sakinlerinin insiyatifinde. Ne isterlerse onu yapıyorlar. İster atölye çalışması, ister konser, ister tiyatro.

Konser oldukça geç başladığı için biz bir grup yaşı geçkin Vamoslu olarak kamp alanına doğru geçerken genç Vamoslular daha yeni içeri giriyorlardı. Hava yeni kararmış, saat gece yarısı civarıydı J

Son gün Son maç!
O geceyi de oldukça soğuk ve bu sefer daha fazla sarınarak geçirdikten sonra sabah kalkan küçük bir grup olarak  bir gün önce soğuktan cesaret edemediğimiz duş olayını gerçekleştirmek istedik. Saat 10.00’da açılan duşlar için 9.55’de Shower yazılarını takip ederken kendimizi bir anda ‘Evsahibi’ ve ‘Misafir’ yazan odaların önünde bulduk. Evet, yıkanmak için kullanılan yerler tam da futbolcuların soyunma odalarındaki duşlardı. Sıcak sıcak duş kemiklerimizi nasıl ısıttı anlatamam.

Duşun ardından sıra sabaha karşı gelen tayfayı uyandırmaktaydı. Çünkü bir gün ara verilen fikstüre son grup maçımızla devam edecektik. Saat 11.30 sıralarında son maçımızı oynamak üzere çadırı ayaklandırdık. Bu o kadar da kolay olmadı haliyle ama sahada takımı bir şekilde varettik. Adamlar o kadar organizasyon yapmışlar, çıkmamak olmaz ennihayetinde. Bu maçı da kaybettikten sonra bütün ekip olarak turnuvayı kapatıp standımızın başına geçmiştik. Artık kalan kısmı sohbet, takas ve alışveriş ile geçirecektik ki gelen haber bütün ekibi sarstı: Son 16 eleme maçımız var! Nasıl yani? Elenmedik mi? Elenmemişiz meğersem ama artık çok geç herşey için. Marsilyalılar ve bizim zayıf desteğimizle elenmeyi becerip işimize devam ettik J

Marsilya taraftarları ve Vamos Bien ortak takımı

Öğlen civarı biten turnuva son final maçlarının oynanması öncesinde geleneksel toplu fotoğraf çekimi için verilen ara ile devam etti. Bütün katılımcıların maraton tribününde yerini alması ve coşkulu tezahüratlar eşliğinde çekilen fotoğraflar bizi kesmemişti. Fotoğraf çekimi bitmesine rağmen biz tribünün üstündeki yerimizi muhafaza edip bağırmaya devam edince gidenler de geri döndüler haliyle. Zielgruppe ile yaptığımız tribüne Omonia Gate9, AEK Original21 ve Atalanta Antifa Bergamo’luları da davet ederek coşkuyu üst noktaya taşıdık. Bundan sonra zaten adımızı turnuvanın en coşkulu grubu ünvanıyla anar oldu herkes.

Toplu resim ve toplu coşku

Tribünde coşkuyu devam ettirdik

Kadınların ve erkeklerin final maçlarının ardından (gerçi kadınlar kategorisinde finale çıkan iki takım da anlaşarak maç yapmadan birinciliği paylaşmayı seçmişler ve sonra da dostluk maçı yapmışlardı ama) kupa törenine geçildi. Kupa töreni Antira’da şöyle oluyor ki, katılan her grup ülkesinden bir hediye getiriyor ve bu hediyeler bir şekilde diğer gruplara tören esnasında veriliyor. Biz de bir kutu hazırladık hediye olarak. Kutuda bir adet rakı, grup tshirtü ve hazırladığımız grup kitapçığı yeraldı. Erkekler kategorisinde birinci olan Ultras St. Pauli – Celtic Green Brigade karmasının kupayı almasıyla tören ve turnuva sona erdi.
Geçmiş yıllarda Antira futbol turnuvasını kazananların yeraldığı plaket

Hediye masası ve arkada turuncu kutuda Vamos'un hediyesi
Finalde USP-Green Brigade karması ile Bordo-Düsseldorf karması oynadı

Ultras St. Pauli - Celtic Green Brigade takımının kupa coşkusu

Tribünde ve koridorda gruplar olarak beraber çektirdiğimiz fotoğraflardan sonra iyiniyet göstergesi olarak yaptığımız değiştokuşlar ile Antira2014’ü fiilen bitirmiş olduk. Akşam Zielgruppe ile beraber yediğimiz bir yemek ve ardından da kamp alanında kaldırdığımız kadehler, kutladığımız iki gruptan birer arkadaşımızın doğum günleri ve de gece son kez St. Pauli taraftarlarının pubı olan Jolly Roger’de içilen biralarla ertesi gün erkenden kalkmak üzere çadıra günün aydınlanmasına az bir süre kalırken girdik.

Son gün öğlenden sonra kalkacak uçağa kadar kalan vakti Hamburg’u gezerek geçirdik ama kimse kusura bakması Hamburg bir St. Pauli değil.

Antira 2014’de kafama takılanlar

  •             Klişe bir söylemdir; futbol taraftarları ve alkol yanyana gelince ortaya atom bombasından daha güçlü bir tahrip gücü çıkar. Dört gün boyunca Avrupa’nın değişik yerlerinden gelen ve içinde İtalya, Hırvatistan, Almanya, İngiltere, İskoçya, İspanya, Fransa gibi futbol ve tribün konularında oldukça fazla olayın olduğu taraftar grupları üyelerinin olduğu bir ortamda neredeyse 24 saat kesintisiz akan alkolün sebep olduğu olay sayısı sıfırdı. Beraber içildi, tezahürat yapıldı, eğlenildi, konuşuldu, tartışıldı, maç yapıldı tek yapılmayan şey ise olaydı. Buraya gelen taraftar gruplarının temel niteliği olan antifaşistlik, ırkçılık karşıtlığı, cinsler arası eşitlik, homofobi karşıtlığı ve antikapitalistlik bu gruplar arasında herhangi bir olay çıkmasına temelden engeldi çünkü. Milletler arası bir rekabetten ziyade dayanışma duygusunun ön planda olduğu bir ortamda olay çıkaracak yegane unsur alkolden ziyade başka şeyler olabilirdi ki o düşünce burada yoktu.

  • Olay molay yok vallaha

  •             Dört gün boyunca St. Pauli stadını ve sahasını ev gibi kullanırken gözümüze çarpmayan en önemli şey kulübün herhangi bir yöneticisiydi. Gördüğümüz tek sorumlu ve organizatör bizatihi taraftarın kendisiydi. Sahi bu kulübün başkanı, yönetim kurulu, yöneticisi filan yok mu yahu? Onlar olmadan nası böyle bir organizasyon yürüyebiliyor ki? Sorduk, taraftara köpek çeken de yokmuş burda. Anladık ki burada Aziz olan Pauli’den başkası değilmiş.

  •           Yine bu dört gün boyunca stadı, sahayı ve hatta futbolcuların soyunma odalarını, duşlarını kullanırken karşımıza ne engel çıktı diye soracak olursanız vereceğimiz cevap hiçtir. Belli yerlere konan paravanlar kale arkasındaki etkinlikle Antira’yı ayırmak için seperatör görevi görüyordu, o kadar. İsterseniz diğerine de geçebiliyordunuz. Onun dışında kimse birşeye karışmadı. Herkes stadı evi gibi kullandı. Peki zarar ziyan nedir? O da koca bir hiç. Kırılan ne bir koltuk ne bir cam, çerceve. Herşey yerli yerinde geri dönüyoruz. Saha aynı zamanda insanların gelip çocuklarıyla maç yaptığı bir oyun parkı gibiydi.

  • Saraçoğlu'nda topa böyle vurmak için seçilmiş olmak gerek herhalde

  •            Kendi stadımızdan alıştığımız o güvenlik görevlisi duvarını da orada göremedik. Güvenlik yokmuydu? Elbet vardı, ama gece kamp alanında görev yapan ve gerçekten orda kalanların güvenliğini sağlayan birkaç görevli, o kadar. Onun dışında askeri düzende insan güvenliğinden çok eşya güvenliğini sağlayan bir yapı göremedik. Bir de polis olayı var ki o da yoktu organizasyonda. O da olmayınca zaten olay çıkaracak bir sebep de kalmamıştı. Kimsenin burnu kanadı mı? YOK!

  •          Göze çarpan, daha doğrusu çarpmayan şeylerden biri de stadın duvarlarından bize sırıtan reklamlardı. Reklam vardı elbet ama ana duvarlar hep kulübün ruhunu yansıtan güzel duvar resimlerine ayrılmıştı. Ön planda olan reklam değil, taraftar ve kulüp grafitileri ve duvar resimleriydi. Ruhsuz, soğuk ve insana mesafeli değil aksine içine çeken, sıcak resimler. En iyi yerler sponsorlara değil renklere ayrılmıştı hep. Ve stickerlar. Heryer taraftar stickerlarıyla doluydu ve sökülmemişti. Bu sadece stad için değil bütün semt için geçerli. İnsan onları okurken bile bir çok şey öğreniveriyor.
    Stadın içinden bir duvar resmi

  • Stadın içinde bir kapı
Stadın dıştan en çok gözüken duvarı. Resimdeki adamın elinde 'Bu duvara reklam alınacaktır' mı yazıyor?
Şaka la şaka :) Bayern Münih'i yendikleri maçın orjinal tabelasını asmışlar. Eski ve orjinal tabela, yanlış anlaşılmasın
  •          Biz kendimizi kandırıyoruz. Türkiye’de ‘Halkın Kulübü’ yok. Bu kadar net. Halkın parasını bastırıp da satın aldığı hizmetler var. Halkın kulübü nasıl olunuru bu turnuva vasıtasıyla net gördük ve bizdeki yalgının ne kadar yanılsamalı olduğunu anladık.

  •          Ve geri dönerken içimizi saran bütün karamsarlığın yanında en çok üzen de ‘bizde bunlar olmaz’ duygusunun ağır basmasıydı. Aynı neoliberalizmin ve onun yarattığı azgın ekonomi ile yarattığı vahşi karakterin değişmez olduğu hissiyatı gibi. Hakkaten başka bir kulüp mümkün olamaz mı?
Halkın Stadı Millerntor