18 Mayıs 2018 Cuma

Bordeaux’da Ultraların sönmeyen isyan ateşi

12 Mayıs 2018 Cumartesi
Bordeaux: 4 Toulouse: 2



Bordeaux seyahati kesinleşince benim için klasik olarak maç tarihlerinin açıklanmasını beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Maç tarihleri açıklanıp bilet alma işini de internet üzerinden yaptıktan sonra (kale arkası 15 Euro) ayrı bir heyecan kapladı içimi. Kolay değil, yaklaşık bir yıldır stattan maç izlemiyorum. En son gittiğim maç yanlış hatırlamıyorsam geçen Nisan’da Gümüşlükspor maçıydı. Ulan Passolig yuvasız kuşlar gibi olduk senin yüzünden be.

Neyse, güzel bir Fransa ziyareti oldu. Gurbetçi Pagan kardeşim Barış’ı ziyaret ve ardından Fransa’nın yemyeşil bir köşesinde ruhumuzu ve gözlerimizi doğanın en canlı halleriyle doldurduktan sonra maç gününe geldik. Yaklaşık 280 günü yağmur altında geçen Bordeaux ’nun ziyaretimiz boyunca en yağışlı gününün maç günü olması tesadüf değildi elbette. Allahtan akşama doğru yağmur dindi de ıslanmak zorunda kalmadım.

Kişisel tarihimde Bordeaux ’nun ayrı bir yeri vardır. Her sene bütünlemeye kalan bir lise öğrencisi olarak 1985 yılında liseyi bitirmek için kalan bir kaç dersimden birinin bütünlemesi tam o geceydi. 1985, O Gece ve Bordeaux  üçlemesi bir araya gelince Fenerbahçeliler bahsettiğim şeyi hemen anlamışlardır. Tigana’lı, Gires’li Batista’lı Fransa şampiyonu Bordeaux ’yu Bordeaux ’da 3-2 yendiğimiz Şampiyon Kulüpler Kupası ilk tur ilk maçının olduğu o gece işte. Televizyon yayınsız destansı bir maçı radyodan dinleyerek ders mers çalışamamış ertesi gün sınava hiç bir şeyi umursamadan girmiştim. İşte Bordeaux  benim için Selçuk demekti, Şenol demekti, Hüseyin demekti. Bordeaux 1968 Manchester City destanından 17 yıl sonra Fenerbahçe’nin en önemli zaferiydi. Ve bu şehir aklıma hep böyle yazıldı.

Bir de oluklu çatı yapılı eski stadıyla. Gönül bu statta bir maç izlemek isterdi fakat maalesef Bordeaux  2015’den beri yeni stadı Matmut Atlantique’de maçlarını oynuyor. Ve genelde her yeni stat gibi şehirden dışlanmış, izole bir yapı. Modern mimarisi, rahat giriş çıkış imkanı, geniş koridorlar, büfeler, tuvaletler filan her şey çok konforlu, kullanışlı ve steril. Yerde nerdeyse bir kağıt parçası bile yok. Büfelerde bira, pizza filan her şey mevcut. Yani evinizde pizza yiyip bira içer gibi maç seyredebiliyorsunuz. Çok modern ama bir şey eksik...



Fakat gerçeklik sizi stada girerken hemen yakalıyor. Bilet kontrolünden sonra uzun merdivenlerin başında Virage Sud’ün gerçek sahipleri sizi karşılıyor. Ve nasıl baskı altında olduklarını, seneye statta yer alamama durumları olduğunu ve karşı karşıya kaldıkları ceza yükünü dayanışmayla aşmak için yardımda bulunup bulunamayacağını soruyorlar tribüne giren herkese. Elbette karşılıksız değil. Ellerinde bir atkı ve bir de sticker dolu zarf var. Atkı 15 ikisi bir arada 20 Euro. Merdiven başında ingilizcelerimiz elverdiğince sohbet ediyoruz genç Ultramarin ile. Sohbeti çok uzatmıyorum, çocuğun bir görevi var ve engellemek olmaz. Bir atkı alıp tribüne geçiyorum. Bordeaux  Ultraları güney tribünü olan Virage Sud’de hemen kale arkasını mesken tutmuşlar. Tam kalenin arkasına denk gelen iki blok grubun denetiminde Ortadaki demir yükseltide ana liderler iki kenardaki demir yükseltilerde de ortadan gelen talimatları kenarlara yaymak için ellerinde megafon bulunan ultralar var. Tribünü ortada üç kişi yönetiyor ve üçünün de elinde birer mikrofon var. Maç başlamadan yarım saat öncesinden maç sonuna kadar bu üç mikrofon susmadan tribüne hitap ediyor ve günün de özelinde tamamen protestoya dönük bir duruş sergiliyorlar. Maçın büyük bölümü miting havasında geçiyor. Fransızca bilmemek kötü oldu. Sağda solda da çok İngilizce bilen olmayınca söylevlerin vurgusu ve sertliğinden öfkeyi kavramaya çalıştım. Gerçi çok zor olmadı öfkeyi anlamak ama içerik de önemli tabii. Bu üçlü sırayla tribüne ajitasyon çekerek bestelere giriş yapıyorlar ve tribün de öfkeyi sahaya yansıtıyor. Maç boyu bu sahne nerdeyse hiç değişmedi. Gollerde sevinç ve klasik besteler dışında hep böyleydi.



Maç başlarken açılan pankartlar ile renklere olan aşk ve taraftara dönük ihanet meşaleler eşliğinde protesto edildi ve ekranlardan görebildiğim kadarıyla da televizyonlar bu görüntüyü göstermekten kaçınmadı. Sonuçta ortada bir protesto var ve bunun da bir şekilde haber değeri var. Bizdeki gibi, görmezsek sorun da yok! tarzı bir yaklaşım değildi sanki.



Maça gelirsek, Bordeaux – Toulouse maçı çok yakın olan bu iki şehir açısından bölgesel bir derbi. Bu maç Toulouse için biraz farklıydı. Galip gelmeleri gerekiyordu keza aksi her tür sonuçta küme düşme durumları netleşecek gibiydi. Maça da atak başladılar ve Jimmy Durmaz’ın (Gençler’e selam J) asistiyle de öne geçtiler ama arada yedikleri dört gol sonrası skoru belirleyen golü atarak maçı kaybettiler. Ve bu maçın taraftarlar açısından önemli bir diğer noktası da Toulouse taraftarlarının Bordeaux maçı öncesi kulübün genel politikası sonucu takımın düştüğü bu hali protesto ederek bu önemli maça gelmemeleriydi. Maçtan birkaç gün önce kulübün kapısına kombinelerini ve bayraklarını bırakarak bir nevi mevcut yönetim altında taraftarlıktan istifa ettiklerini bildiren bir harekette bulunarak böylesi önemli bir maça gelmekten de imtina etmiş oldular.


Velhasıl, kısa Fransa ziyaretine sıkıştırdığım bu maça benim için skordan çok taraftar protestoları damgasını vurdu. Fransa’da halen sönmeyen bir ateşin olması ve halen taraftarların yönetim, federasyon, polis ve taraftar üzerine yönelen baskılara boyun eğmiyor oluşu bir yandan umut bir yandan da kendi gerçekliğimiz açısından hüzün yarattı.

11 Temmuz 2017 Salı

Referandum sonrası Hayır Meclisleri: Su akıyor yatağını buluyor

Referandumun meşruluk sorunu aynı zamanda Hayır Meclisleri'nin de geleceğe dönük bakışını netleştirdi. Referandum öncesi ufaktan başlayan “sonrası” tartışmaları bu meşruluk sorunu ile bir anda ete kemiğe bürünüverdi. Hayır Kadıköy’ün yaptığı Çalıştay ve Kenter Tiyatrosu’nda gerçekleştirilen İstanbul Buluşması bu anlamda tartışmaların çeşitliliği açısından et ile kemiğin kanlı canlı olacağının da işaretleri ile dolu. Forum şeklinde yapılan toplantılarda oldukça fazla öneri ve yönelimin konuşulması bu kadar çok sorunun olduğu bir ülkede kaçınılmaz.




Gazete Duvar-Forum (29 Haziran 2017)
Meclis işlevini yitirirken referandum için oluşturulan Hayır Meclisleri’nin varlıklarını devam ettirmesi oldukça önemli bir adım. Toplumun demokrasiye ihtiyacı var ve demokrasinin de meclise.
Toplumsal muhalefetin tek bir hedef etrafında toparlanmasının yarattığı etki referandumda kendini net bir şekilde gösterdi. YSK’nın referandum sonucunu etkileyen skandal kararı bir yana iktidar cephesi açısından ortada çok da büyük bir başarı olmadığı, hatta 1 Kasım 2015 seçimleriyle kıyaslandığında çok ciddi kayıplarının olduğu ortadadır. Referandum bu açıdan muhalefeti toparlayan bir araç olmuştur diyebiliriz.
16 Nisan ve sonrasından, son dört yılda üçüncü büyük toparlanma dönemi olarak bahsedebiliriz. İlk dönem toparlanma Gezi ve ardından gelen Haziran günlerinde yaşanmıştı. İkinci toparlanma kendini 7 Haziran 2015 seçimlerinde göstermiş ve son olarak da Referandum ile içinde bulunduğumuz döneme gelinmişti. Bu üç dönem de ileriye doğru giden, dönem dönem inişleri olan ama sonuç olarak baktığımızda iktidar cephesini sarsan etkileriyle oldukça güçlü hareketler yaratmışlardır. Bakmayın siz şu anda halen iktidarın kendinden emin ve güçlüymüş gibi gözüken varlığına. Kendini sarsan o iki dönem ile hesabını halen kapatabilmiş değil. O yüzdendir ki Gezi ve HDP korkusu ile boğuşması rüyalarında bile sürmekte.
İKİ DÖNEMİN BİRİKİMİ ÜZERİNDE…
Şimdi iktidar bloğunda üçüncü dönemin kabusu yaşanmakta. Bu dönem, geçmiş iki dönemin birikimi ve yarattıkları üzerine yükseliyor. Muhalefet güçlerinin yan yana gelişleri artık geçmişin sıradanlaşan ittifaklarından daha farklı enerjiler yaratabiliyor. Son yıllar toplumsal muhalefetin her hamlesi daha gerçeğe yakın sonuçlar yaşatıyor. 31 Mayıs 2013 Cuma gününden beri politika adına okuduğumuz her şeyin anlamı sanki biraz daha farklılaştı. O günden beri teorinin grisi hayatın yeşili ile öyle bir karıştı ki kendimizi daha tamamlanmamış rengarenk bir tabloyu izler, boyar ve yaşarken buluvermedik mi? İşte o günden sonra siyasete dair tüm kavramlar daha bir canlandı, ete kemiğe büründü. Gezi Parkı ile başlayan sivil direniş muhalif siyaseti yıllardır beklenen İstanbul depremi gibi sarsıverdi. Ama ne sarsış. Tabiri caiz ise Gezi ile başlayan Haziran süreci muhalif hareket üzerinde büyük şehirlerin yeniden inşa edilişi gibi “siyasetsel” dönüşümü de zorunlu kıldı. O günlerin ardından çıkan park forumları, semt dayanışmaları gibi yeni ve geçmişten çok da alışık olmadığımız formlar ile su yolumuz değişiverdi.
Hayır Meclisleri de böylesi bir dönemin ürünü olarak ortaya çıktı diyebiliriz. Toplumsal muhalefetin sıkıştığı noktada yeni manevralar yapılabilmesi ve daha da önemlisi asgari düzlemde yan yana gelerek bir çıkışın zorlanabilmesi açısından önemini teslim etmek gerekir. Bunu dedirten iki önemli gösterge var elimizde. İlki 29 Ocak tarihli Kadıköy Yeldeğirmeni’nde yapılan ilk meclis toplantısı ki salonun doluluğu, salondaki kadar insanın dışarıda kalmış olması ve toplantının canlılığı bu doğumun gürbüzlüğünü gösteriyordu. Diğeri de 16 Nisan gecesi başlayan ve devam eden gecelerde süren sokak gösterilerinin niteliği ve niceliğiydi. Referandumda yaşanan hukuk skandalına o gece ve takip eden günlerde başta Kadıköy ve Beşiktaş olmak üzere İstanbul’un pek çok yerinde, Hayır Meclisleri, yaptığı çağrılar ile sokağın nabzını eline aldı ve birkaç gece İstanbul sokakları gerçek anlamda Gezi havasını tekrar solumuş oldu. En genel anlamda Hayır cephesi içinde en geniş taban ile hareket eden Hayır Meclisleri, bileşenlerin çeşitliliği (CHP’den HDP’ye kadar oldukça geniş bir kesimi bir araya getiriyordu) yanında “bireysel katılım ve yerel insiyatif” ile örgütlenerek Gezi’de ortaya çıkan refleksleri referandumda harekete çevirdi diyebiliriz.
TOPLAMIN MECLİSİ OLMA İDDİASI
Referandumun meşruluk sorunu aynı zamanda Hayır Meclisleri’nin de geleceğe dönük bakışını netleştirdi. Referandum öncesi ufaktan başlayan “sonrası” tartışmaları bu meşruluk sorunu ile bir anda ete kemiğe bürünüverdi. Hayır Kadıköy’ün yaptığı Çalıştay ve Kenter Tiyatrosu’nda gerçekleştirilen İstanbul Buluşması bu anlamda tartışmaların çeşitliliği açısından et ile kemiğin kanlı canlı olacağının da işaretleri ile dolu. Forum şeklinde yapılan toplantılarda oldukça fazla öneri ve yönelimin konuşulması bu kadar çok sorunun olduğu bir ülkede kaçınılmaz. Önemli olan bu kadar çok sorunun, bu kadar çok çeşitlilikle beraber nasıl ortak bir zeminde hareket ettirileceği? Meclislerin en çok fikir beyan edilen meselelerinin başında ortak hedef ve programın gelmesi de bu yüzden. Bugün kendini Hayır oyu ile ifade eden, gidişattan memnun olmayanlar toplamıyla yarın daha yaşanabilir bir ülkeye gidişte Hayır Meclisleri’nin rolünün önemli bir kısmı tam da buradan geçiyor. Referandum sonrası artık iyice ayyuka çıkan ve toplumun her kesimine yayılan rahatsızlıklar, kendini ifade edecek alanların ihtiyacını iyiden iyiye artırırken birçok kaygıyla hareket eden bu toplamın meclisi olma iddiası asgari düzlemde herkesin ortaklaşabileceği bir zemini de zorunlu kılmaktadır.
Bu açıdan yazının girişinde ifade edilen üçüncü toplaşma döneminin devamı denebilecek Adalet Yürüyüşü, öne çıkarttığı talep açısından birleştirici bir niteliğe sahipmiş gibi gözükmekte. Fakat burada CHP’nin 15 Temmuz sonrası Yenikapı ve Referandum sonrası sahadan çekilen manevralarının yarattığı tüm olumsuzluğun bilinciyle talebin sınırlarının alabildiğine genişletilmesi ve tüm kesimleri kapsayacak şekilde bir zemine oturtulması Hayır Meclisleri’nin de bu yürüyüşler içinde nasıl bulunacağına dair ipuçlarını önümüze sermektedir. Soru, toplumsal muhalefetin bir araya gelme ihtiyacının CHP’nin kırılgan zemininde ne kadar karşılanabileceğiyken Hayır Meclisleri’nin bu ve benzeri tartışmaları oldukça önem kazanmaktadır.
Hayır Meclisleri’nin İstanbul Buluşması referandum sürecinde kazanılan deneyimin değerini farklı bir biçimde açığa çıkartmaktadır. 16 Nisan’a kadar Hayır oyu etrafında toplananların artık ‘Gidişata Hayır’ diyerek konuştuğu bir meclis var. Topluma dayatılan anayasa ile beraber meclisin işlevsizleştirilmesine karşı en geniş toplumsal kesimi meclisleştirebilmek sanırım bu sürece dair verilecek en iyi cevap olsa gerek. Keza toplumun gerçek anlamda bir meclise ihtiyacı olduğu aşikar ve referandumdan önce atılan tohumlar bugün boy vermeye başladı gibi gözüküyor. Şu an toprak da iklim de büyümeye müsait.
http://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/06/29/referandum-sonrasi-hayir-meclisleri-su-akiyor-yatagini-buluyor/

5 Şubat 2017 Pazar

Dergi Yazıları:

Antifaşist Tribün Hareketi


Toplumsal Özgürlük- Ocak 2017



Türkiye’de antifaşist tribün hareketinin geçmişi çok eski gibi gözükse de gerçekte son on yıla yayılmış bir harekettir. Ve şekli, şemali, sınırları tam belirlenmemiş ve daha çok da simgeler üzerinden yürüyen ve tabiri caiz ise hemen tüketilmeye açık bir harekettir. Önemlidir ve önemli olduğu kadar da önem gösterilmemektedir.
Ülkemizde antifaşist taraftar hareketleri kendilerini ifade eden bir sözleşmeden çoğunlukla yoksundur. Burada sözleşme olarak anlatılmak istenen hareketin kendini tanımladığı, sözünü söylediği bir metin, manifesto vb şeylerdir. Bu tip metinler önemlidir çünkü ne olduğunuz ve neyi yapmak için bir araya geldiğinizin açık ifadesidir. Yaptığınız ya da yapmadığınız bir hareket ancak böylesi bir sözleşmeye bakılarak yargılanabilinir. Aksi, kemiksiz ve biçimsiz bir bir araya geliştir. Kastedilen uzun, ağır, teorik metinler değildir. Bir kaç cümle bile bir çok şeyi anlatır. Bu bir kaç cümle kendi içinde oldukça derin ve neyin yapılması ve yapılmaması gerektiğini anlatan bir bütünü oluşturur. İş kendinizi nasıl ifade ettiğinizdir.
Che görse kovalar
Simge kullanımları ancak böylesi bir tanımlamanın ardından gelmelidir. Altı en basitinden kendinizi tanımlayan ilkeler ile doldurulmamış simge kullanımı temelsiz ve popülist bir yaklaşımdır. Oldukça fazla örneği var bu tip popülist kullanımların. Anarşist A’lar, Che bayrakları, antifaşist simgelerle donanmış nice tribün grubu rantın içinde, güvenlik güçleri ve yöneticilerle sarmaş dolaş olmuş haldedir. Kendini antifaşist olarak adlandırdığınız anda doğallığında bir sınır çizilmiş olur ve bu sınır da sizi her tür rant ilişkisinden, faşizmin simgesi olmuş her tür kurum ve kuruluştan bağımsızlaştırır. Böylesi durumların panzehri kendini tanımlamadır. Che resmi kullanılınca maalesef antifaşist olunmuyor.
Üzerinde Che resminin olduğu bir atkıyı takıp tribünde ırkçı sloganlara eşlik edildiğine çokça rastlıyoruz. Yapılan kimi hareketleri Che görse yattığı yerden kalkıp yapanları kovalar. Antifaşist taraftar grubu aynı zamanda antifaşist bir okuldur. Faşizmin insana ve yaşama dair her tür yıkıcı etkisine karşı tribünden yükselen sestir ve bu sesin yükselebilmesi için gırtlak kadar bilincin de sağlam olması gerekir. Bu bilincin sağlamlığını sağlayacak olan şey ise oluşmuş olan bu tip tribün gruplarının kendi içlerinde oluşturdukları disiplin ve işleyiştir. Antifaşizm net ve değiştirilmez bir ilkedir. Bu anlamıyla ilkeden taviz verilmez ve her tür ihlal son derece sert bir biçimde karşı durulması gereken bir durumdur.
Faşist karakterin (bu ister devlet olur isterse bir yönetici veya grup üyesi) yarattığı her tür etki antifaşist hareketin net tutumuyla karşılaşır. Bu noktada grup ya da hareket asla ve asla bu etkinin bir parçası olamaz. Parçası olması demek antifaşizmin sulandırılması ve harekete mikrop bulaştırılması demektir. Her tür kavramın ve anlayışın egemen güçler tarafından sulandırıldığı gerçeğini göz ardı etmeden net bir duruş ve tutum sergilemek antifaşist taraftar hareketin güçlenmesini sağlayacaktır. Kafaların karıştığı, her tür olumsuz hareketle kucak kucağa gelmiş bir antifaşist taraftar hareketi hiç bir derde derman olmaz.
Düşmanımın düşmanı dostum mudur?
Taraftar hareketi yapısı gereği oldukça kozmopolit bir alanda varolmaktadır. Özellikle ülkemiz gibi karmaşık yapılı tribünlerin olduğu yerlerde bu kozmopolit yapı ister istemez çok farklı kitlelerle yan yana gelmeyi de gerektirir. Yan yana gelişlerin ilkesiz bir biçimde olması daha doğrusu antifaşist taraftar topluluklarının kendi ilkeleriyle sınırlarını çizmemesi de yukarda bahsettiğimiz hastalıklı durumu farklı bir biçimde yaratır. Bu noktada ülke tribünlerinin gereksiz bir biçimde ortaya çıkarttığı çeşitli takımlar arası düşmanlıklar ve dostluklar da bu ilkesiz birlikler ile birlikte garip sulara yelken açmayı gerektirdiği de gözlemlenmektedir. Sırf yerel rakibine düşman diye ırkçı gruplarla anlamsız dostluklar kurulabilmektedir. Dost diye tanımlananların ne kadar anti faşist taraftar hareketinin sınırları içinde bulunduğu gözlemlenmeden yapılan hareketlerin dönüştürücü etkisi maalesef karşı taraf üzerinde olmamaktadır.
Tribün pek çok açıdan her tür iş birliği ve dayanışmanın olduğu bir yerdir. Bu inkar edilemez. O basamaklarda yapı omuz omuza olmayı gerektirir. Ama dediğimiz gibi bu omuz omuza olma durumu mutlaka ve mutlaka kendi ilkelerinle kendini tanımlamayla olmalıdır.
Siyaset-sizsiniz
Antifaşist taraftar hareketi özünde politiktir. Bu politiklik salt ülke politikasına bir duyarlılık göstermek şeklinde algılanmamalıdır. Bulunulan alanın kendi çıkarları ve bir politikası doğallığında vardır. Bu alana sırt çevirip salt ülke politikasına göz dikmek de farklı bir popülizmdir. Kendi sorunlarına karşı duyarlı olmak anti faşist taraftar hareketinin başlıca sorunlarından olmalıdır. Dağ gibi sorun genel taraftar hareketinin önünde yığılmışken bunlarla uğraşmamak bu hareketin muhalif yanının törpülenmesi, kendi bacağına sıkması demektir. Özünde kendi varlığını da etkileyecek bu tip girişimlere karşı çıkmak ve bütün taraftarları da bu karşı çıkışa davet etmek taraftar hareketinin, niteliği farketmeksizin, görevidir. Deplasman yasakları, pahalı bilet politikaları, Passolig, taraftarlara yönelik sebepsiz şiddet, tribün yasakları, vb. gibi tonla sorun ortada dururken bunlara kafa çevirmek hareketin özüne aykırıdır.
Her yerde omuz omuza
Dayanışma antifaşizmin en önemli özelliğidir. Faşizmin her tür ayrıştırıcı, yalnızlaştırıcı ve kendinden olmayanı ezici saldırılarına karşı birleştirici ve dayanışmacı bir nitelik beklenecek yegane hareket antifaşist taraftar hareketidir. Uluslararası olduğu kadar ulusal ölçüde de bu dayanışma bağlarının kurulması oldukça önemlidir. Dayanışma olmadan genel ortamda kazanım elde etmek oldukça güçtür. Birini diğerine yeğ tutmadan, yani salt popüler gözükmek adına uluslararası antifaşist tribün gruplarıyla dayanışma sergilemek işin özüne aykırıdır. Burada sınır tanımadan bir dayanışma ağı örmenin her tür koşulu sonuna kadar zorlanma içinde olmalıdır. En nihayetinde faşizme karşı omuz omuza.
Bu daha başlangıç
Şimdilik işin ilkelerine girmeden genel bir çerçeve çizmek açısından böylesi bir tartışma oluşturabilmek oldukça önemlidir. Geç kalmış veya zamanında yeterince yapılamamış bir tartışmayı bugün açmak geleceğe ışık tutar. Bunun için bugüne kadar yapılanları iyice bir gözlemleyip düşünmek ve hatalarıyla, sevaplarıyla genel hareketi bir gözden geçirmek faydalı olacaktır. Bu konunun üzerine yatalım ve bir miktar düşünelim şimdilik.

12 Nisan 2016 Salı

Kadıköy’ün Demirspor’u

Selamsız: 1 Haydarpaşa Demirspor: 3
10 Nisan 2016 Pazar



Hep anlatırlar, derinlerdeki zenginlikleri keşfedenler için denizin anlamı bambaşka olurmuş. Futbol da biraz buna benziyor. Kitleler için deniz Kilyos Plajı misali yoğun ve kalabalık. Derinler ise daha sakin ama her tür canlılığı da içinde barındırıyor. Denizin her tür canlısı size çok yakın ve çoğuna dokunmanız mümkün. Kadıköy’ün güzel çocukları da futbolun her türlü sömürücü etkisinden sıyrılmak için böylesi bir girişimde bulundular ve futbolun karanlık derinliğine bıraktılar kendilerini.

Derinden gelen bağ
Kadıköy’ün simgelerinden biri şimdi atıl durumda bırakılan Haydarpaşa Garı’dır. Bu bina tarihi özelliğinin yanında Kadıköy yakasında demiryolu çalışanlarının da bir nevi merkezi sayılır(dı). Ülkenin pek çok yanındaki demiryolu çalışanlarının kurduğu Demirspor kulüpleri gibi Haydarpaşa’nın da bir kulübü vardı: Haydarpaşa Demirspor. İşte Kadıköylü bir grup genç de bu gözden uzak kalmış kulübü sahiplenmeye karar verdiler ve attılar kendilerini amatör tribünlerine. İşin ucunda Kadıköylülük, futbol sevgisi, taraftarlık ve bağımsız bir duruş çabası olunca ortaya Khalkedon Ultras çıkıverdi.

İstanbul’da amatörün en büyük çilesi artık büyük bir rant alanı olan kentte maç yapacak saha bulmak. Hele de Kadıköy gibi kentsel dönüşümün göz bebeği bir ilçe söz konusuysa. Haydarpaşa Demirspor da bu dertten doğallığında muzdarip. Bir hafta Alemdağ’da oynarken öbür hafta Kurtköy yollarında buluveriyorlar kendilerini. Bakmayın buraların Anadolu yakasında olduğuna, kimi zaman şehirlerarası deplasmana gitmek buralara gitmekten daha kolay olabiliyor. Haliyle bu uzun ve yorucu yolculuklar da tribün katılımında istenen istikrarı sağlamayı güçleştiriyor.

Baştan beri izlediğim bu girişimi hazır Selimiye’ye gelmişken yerinde göreyim dedim. (Bir şekilde Facebook üzerinden her hafta gelen davetlere de icabet etmiş olurdum hem. J) Selimiye Stadı’na gitmek çok kolay. Kadıköy merkeze yürüyerek 15 dakika ve merkeze bu kadar yakındaki diğer stadın Fenerbahçe Stadı olması da bir şekilde güzel. J

Gittiğimde Khalkedon Ultras tribündeki yerini almış ve davul, meşale organizasyonunu tamamlıyordu. Yeni yaptırılmış tişörtler, atkılar, pankartlar falan, bir tribün grubunda olması gereken her şey mevcut. Maç Kadıköy’e bu kadar yakın olunca geçmiş maçlara göre daha kalabalıklar ve bu durum haliyle tribün coşkusuna da yansımış. Bu coşku kalabalık olmanın yanı sıra grubun gençliğinden de kaynaklanıyor. Bir miktar yaşını başını almış taraftar olsa da ağırlık gençlerde.

Saha ile yakın temas
Maçın başlamasıyla beraber kendine has besteleri ve eğlenceli sloganlarıyla Khalkedon Ultras sahaya varlığını hissettiriyor. Bu beste ve slogan kısmına sonra değineceğim. Oyuncularla kurdukları iletişim Khalkedon Ultras’ın takım tarafından da benimsenmiş olduğunu gösteriyor. Zaten amatör kümenin en sıcak yanı da kurulan bu ilişkinin sahiciliğinde. Verdiğiniz tepki Süper Lig’deki gibi kolpalık ve samimiyetsizlik içermiyor. Hem futbolcu hem de seyirci açısından. Ettiğiniz bir küfür karşısında aniden Cantona’nın uçan tekmesinin replikalarını görmek oldukça mümkün. Keza atılan golden sonra terli vücutlar arasında kendinizi bulmanız da. (Şimdi böyle yazınca biraz garip durdu ama esasında anlatmak istediğim tam öyle değil. J)

Takım şu anda ligde lider durumda ve söylenenlere göre oynadığı lig olan 2. Amatör Lig takımı değil. Daha doğrusu geçen sene düştükleri 1. Amatör Ligdeki takım aynen burada oynuyor. Bu da rakipleri karşısında onları bir nebze de olsa güçlü kılıyor. Takımın kendini koruma güdüsü de geçtiğimiz yıl oynadıkları ve haksız bir şekilde yenilerek ligden düştüklerini söyledikleri Yeldeğirmenispor’dan geliyor. Her yerel rekabetin olduğu gibi bunun da bir hikayesi var. Neyse, maça dönecek olursak, Selamsız’ın erken gördüğü bir kırmızı kart ile maç çok da zorlanmadan kopartıldı ve Demirspor namağlup liderliğini devam ettirdi.

Dayanışma güzeldir, geliştirir
Maç başladıktan sonra Haydarpaşa Dayanışması’ndan bir grubun pankartlarla ve ‘Haydarpaşa gardır bizim takım kraldır’ sloganlarıyla tribündeki yerini alması oldukça güzel bir birlikteliği de ortaya çıkarttı. Keşke bunun çalışması daha yaygın ve kitlesel yapılabilseydi. Özünde Haydarpaşa Dayanışması ve Demispor ve dolayısıyla Khalkedon Ultras aynı geminin Haydarpaşa İskelesine yanaşmış yolcuları. Tabii bunların yanına başka başka grupları da eklemek mümkün. Bu mümkünat Demirspor tribünlerinin genişleme imkanlarından bir kısmını da oluşturuyor. Bu konuda bolca fikir vardır elbette, öncelikle ultraları bir dinlemek gerek.

Khalkedon Ultras
Gelelim Khalkedon Ultras’a. Öncelikle şu oksijensiz ortamda nefes alınacak çok güzel bir alan açılmış vaziyette. Kah grubun enerjisi, kah tribüncü yapısı yapılan işi çekici kılıyor. Futbolun ticarileşmesinin tüm rahatsız edici özelliklerinden arınmak buralarda mümkün. Tersi de mümkün tabii ki. Burada belirleyici olan sizin yöneliminiz. Bu noktada birkaç noktaya dikkat çekmekte fayda var. Öncelikle statükoya karşı farklı tercihler ile ortaya çıkan bu tip grupların biraz da mizahı kullanarak ortaya koydukları söylem ile medyanın ilgisini çektiği aşikar. E haliyle bu grupların kendilerini duyurma ihtiyaçlarının olduğu da aşikar. İşte tam da bu noktada bu iki aşikarlığın bir araya geliş biçiminin nasıl olacağı önemli. Bir Bozbaykuşlaşma tehlikesine düşülürse yazık olur.

Diğer önemli nokta ise sonraya bıraktığımız beste ve slogan meselesi. Grubun çıkış noktası ve sahip çıkılan zemin daha bir mazlumluğu ve buna bağlı arabesk bir söylemi barındırsa da şu an atılan şampiyonluk sloganları bu söylemin özünden kopulmuş hissiyatı uyandırmıyor mu? Şampiyon olabilirsiniz ama bunu nasıl ifade edeceksiniz? İşte zurnanın zırt dediği yer de burası. ‘Garipler’ şampiyonluk yolunda nasıl yürür?

Bir de dışardan gördüğüm kadarıyla grupta bali ve tiner çeken insan sayısı ya hiç yoktur ya da oldukça azdır. Peki ‘o alemde kral’ olma iddiası nereden geliyor anlayamadım? Yanlış anlaşılmasın, tribün alemine uzak bir insan değilim. Ama bağzı sloganlar ve besteler ile gerçekliği ince bir bağla da olsa tutmakta fayda var.

Daha çok gözlemim var da gerisini karşılaştığımızda konuşmak üzere bir kenara ayıralım. Velhasıl çok güzel ve değerli bir çaba. Katkısı olacak herkes bir şekilde bir şeyler katmalı. Sonuçta bu da Kadıköy’ün Demirspor’u.

20 Mart 2016 Pazar

Dergi Yazıları:

Burası AKP Burdan Çıkış Yok!

Toplumsal Özgürlük- Şubat 2016

Arenalar açılıyor ardı ardına. Bu kadar arenanın açılması hayra alamet değil. Arenalar birilerinin imparatorluk rüyalarının süsü oluyor. O rüyalarda aslanlara yem olan muhalifler de var.

Spor, iktidarın şu ana kadar fethedemediği nadir alanlardan bir tanesiydi. Esasında kale içten fethedilmişti fakat bu zafer bir türlü tribünlere kabul ettirilemiyordu. Uzun yıllar çeşitli sporcular arasında sürdürülen cemaatsel çalışmalar sonucunda AKP iktidarının sahalardaki ayakları da oluşmuştu. Ceza shasında top kovalamaktan milletvekilliğine uzanan yol hikayenin bir kısmıdır esasında. Biz şu an işin kitleler kısmına bakalım.

Bize her yer deplasman
Toplumun hemen hemen her alanında kendine has örgütlenmeler kuran AKP’nin giremediği nadir alanlardan bir tanesi spor alanlarıydı. Daha doğrusu girmeye çalıştığı bu alanlarda her hamlesi ters tepmişti. O zamanlar başbakan olan R. Tayyip Erdoğan her gittiği maçta adeta deplasman takımı seyircisi gibi karşılanıyordu.

2010 yılında İstanbul’da düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonası finalinde ABD ile karşılaşan Türkiye ikinci olmuş ve kupa törenine katılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile beraber Başbakan Recep Tayyip Erdoğan canlı yayında dünya televizyonları önünde binlerce seyirci tarafından ıslıklarla ve alkışlarla yoğun bir protestoya tabii tutulmuşlardı. Başbakanı hemen arayıp özür dileyen ise Hidayet Türkoğlu oldu.

2011 yılında Galatasaray’ın Seyrantepe’de TOKİ tarafından yapılan yeni stadının açılışına katılan Başbakan Erdoğan’ın stada girişi anons edilir edilmez protestolar başlamış ve Erdoğan konuşma yapmadan stadı terketmek zorunda kalmıştı. O zamanlar TOKİ başkanı olan Erdoğan Bayraktar ise konuşmasını yoğun protestolar altında tamamlamıştı.

2012 yılında bir futbol efsanesi olan Lefter Küçükandonyadis’in cenazesi için Kadıköy’de bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Şükrü Saraçoğlu Stadyumunda düzenlenen törene protestolar altında katılabilmişti.

Beni sevmeyeni ben de sevmem
Görüldüğü kadarıyla iktidar spor sahalarında pek sevilmiyordu. Sporun koç başı kulüpleri iktidarın pençesi altında çeşitli yaptırımlar ile diz çöktürülüyor ama tribünler bir türlü hizaya gelmiyordu. Özellikle Gezi ve ardından gelen Haziran süreci futbol taraftarlarının bu iktidar karşıtlığının ne kadar gerçek olduğunu ortaya koyması açısından oldukça önemlidir.

Gezi sonrasının tribünlere yansıyan sloganları ve protestoları Passolig uygulamasına kadar devam etmiş ve Passolig ile beraber tribünler boşalmış ve boşalan tribünler de haliyle sessizleşmişlerdi. Bu sessizlik iktidarın tam da istediği şeydi. Çünkü onlar Passolig sonrası süreci kendilerine göre organize etmişlerdi bile.

Yeni Türkiye’nin Statları
Yeni plan şuydu: Şehrin en güzel yerlerine konmuş statların hepsini yıkıp AVM yapın. Yeni statlar yapın ve içlerini de yandaş taraftarlar ile doldurun. Ve hepsi de iktidarı öven sloganlar atsınlar.

Bu furya Konya ile başladı. Konya’nın yeni stadı bir nevi yükselen yeni Türkiye’nin yeni statlarının prototipini oluşturdu. Burada toplanan güruh nasıl bir seyirci oluşturulmak istendiğini örneğiyle gösteriyordu: Konya stadında oynanan milli maç öncesi Ankara katliamında ölenler için yapılan saygı duruşu tekbir çekilerek ıslıklandı.

Konya’da gösterilen ‘hassasiyet’ AKP hormonlu statlara hemen yayılıverdi. Bu sefer Başakşehir Stadı’nda Yunanistan ile oynanan dostluk maçı öncesi Paris katliamında ölenler için yapılan saygı duruşu benzer bir davranışa maruz kaldı: Sloganlar, tekbirler ve ıslıklar.

Ardı ardına stat açılışları gerçekleşiyor. Ülke futbolu geriye giderken bu kadar stadın açılışı ve bomboş tribünler kafalarda soru işaretleri de oluştururken AKP cevapları çok gecikmeden geliyor. ‘Seyirci mi? Siz merak etmeyin, bizde çok var.’

En son Bursa’da yapılan yeni stat ve bu stadın açılışında ibretlik sahnelere şahit olduk. Bursaspor taraftarı yeni stat açılışında bulunmadılar. Bir kısmının protesto ettiği bu açılış daha çok Bursa ve civarında bulunan AKP teşkilatlarının dağıttığı davetiyeler ve kaldırdıkları otobüsler ile gerçekleşti. Stadyumun içi AKP ve iktidar övgüsü dolu pankartlar ile donatılırken içerde Bursaspor sevdalılarına dair pek bir ize rastlamak mümkün değildi. Stat açılışı tam anlamıyla bir AKP şovu olarak gerçekleşti. Aynı diğer yeni stat açılışları gibi.


Yeni Türkiye’de karşımıza statlar artık Arena olarak çıkıyor. Her bir arena geçmişe özlem duyarcasına iktidardakilerin İmparatorluk özlemlerini giderdikleri birer yapılar olarak şekilleniyor. Rüyaları da bu arenalarda muhaliflerini aslanlara yem etmek. Şimdilik bunu doldurdukları hormonlu seyircileriyle söylemde gerçekleştiriyorlar. Ankara’da, Paris’te katledilenler böylesi bir güruhun histerilerinde fütursuzca tekrar bu arenalarda katledildiler. Arenaların yarını bugünden üç aşağı beş yukarı belli gibi.