28 Mayıs 2011 Cumartesi

Dergi Yazıları: İstifa ve İsyan... Boşluğa bırakılan sakal


(Toplumsal Özgürlük Dergisi - Şubat 2004 - Sayı: 2)

Sezon ortalarına doğru artar teknik direktör istifaları. Çok çeşitli nedenleri vardır bu istifaların. Kimi kan uyuşmazlığı der, kimi ise hedefleri olan bir takımla çalışmak istediğinden bahseder, kimileri ise karşılıklı olarak anlaştıklarını ifade eder. Ama hemen hemen hepsinin altında mutlak bir başarısızlık vardır. Evet başarısız olan teknik direktör ya kendi istegiyle yada klübün isteğiyle basar istifayı. İki kere iki dört.

Ama bu karşımızdaki istifa bir istifadan çok bir isyan. Gerçi bu yazının yazıldığı sıralarda tekrardan görevine dönmüştü ama yine de ortada hala yalanmamış duran kocaman bir tükürük var. Ama zannedildiği gibi bir hata olarak değil bir tavır olarak yeşil sahaların baronlarının yüzüne atılmış bir tükürük.

O'nun hikayesi

Sakaryada 1965 yılında başlar Aykut Kocaman'ın hikayesi. Öğretmen bir baba ile ev kadını bir annenin çocuğudur. Ekonomik şartların zorluğu karşısında annesininde çalışmak zorunda kalmasıyla istanbula taşınırlar. Annesinin Eczacıbaşı'nda iş bulmasıyla Gültepe'ye yerleşirler. Sabahtan akşama kadar top peşinde koşan oğlunu bulduğu iş sayesinde Eczacıbaşı Jimnastik Kulübü'ne yazdırır. Böylece ilerki yıllarda atacağı zor ama estetik gollerin mayası jimnastikle atılmış olur.

Altınmızrak'la başlayan kulüp hayatı Düzce ve Sakarya ile yükseliş seyrine girer. Ve sonra ver elini Fenerbahçe.

Altınmızraklı isimsiz Aykut'tan Sakaryasporlu Küçük Aykut'ta oradan da Fenerbahçeli Kral Aykut'a kadar giden yol hemen hemen tüm başarılı futbolcuların hikayesiyle üç aşağı beş yukarı aynı. Büyük kısmı varoşlardan çıkıp önce amatör sonra yarı profesyonel sonrada profosyonel olurlar. Aykut'u digerlerinden ayıran Kral olana kadar yürüdüğü yol değildir. O yolu nasıl yürüdüğüdür.

Fenerbahçe'ye geldiği yıl ilk resmi maçına yedek çıkmış ve ikinci yarı oyuna girerek tam dört gol atarak mucizevi bir açılış yapmıştı. Ama gönülleri asıl fethi attığı gollerin yanısıra sahada bulunuş biçimiydi. Rakibine karşı adil ve ancak kuralların izin verdiği ölçüde mücadeleyi sonuna kadar sürdüren bir kişilik yapısına sahipti.

Evet adildi, bu futbol sahalarında uzunca bir zamandır görmediğimiz türden bir adaletti ki saha içinde rakip olduğu sporcuları saha dışında aynı işi yaptığı birer emekçi olarak sahip çıkacak kadar ileri gidebiliyordu. Aykut'u Fenerbahçe'de yok eden ama taraflı tarafsız tüm gönüllerde vareden o meşhur demeci bir kez daha hatırlayalım.

Boyna takılan halat

1996 yılının o mayıs gününde altı yıllık aradan sonra tekrardan şampiyonluğa ulaşacak iki golden birini atarken sevincin yanında duygularını şöyle ifade ediyordu: 'Türkiye'de başarının tek ölçüsü birinci olmaktır, bu yanlıştır. Şu anda yenildikleri için aşağılanan Trabzonsporlu futbolcuların yerinde biz de olabilirdik. Spor ve futbolun tek anlamı birinci olmak değildir!..'

Rakibini sahada yenen ama saha dışında onun ezilmesine karşı çıkan bir kişilik en azından bizim sahalarımızda ve yine en azından 80'lerden beri yetişmiyordu. 80'lerden bahsetmişken nasıl o dönemde sınıf kardeşlerinin çıkarlarını korumaktan ve örgütlenmekten bahsedenler egemenlerin ağır tokatını suratlarında gördüyse kaderin cilvesi işte benzer bir sonu Aykut ve kader ortağı Oğuz'da Fenerbahçe'den kovularak gördü. Dönemin Fenerbahçe başkanı Ali Şen Aykut'un yaptığı bu açıklamayı bahane göstererek Oğuz ile birlikte ikisinide klübün kapısının önüne koydu. Öyle ya genişleyen pazarı ve ortada dönen milyon dolarları ile futbol her gün daha fazla endüstriyelleşiyordu. Bu endüstri içinde futbolcu da en önemli meta oluyordu. Ama meta olduğunu kabul etmeyen futbolcunun ise ipi patronlar tarafından çekilmeliydi ve çekildi.

Uzan'lı yıllar

Artık Aykut için ikinci dönem başka bir patronun Cem Uzan'ın yanında devam etmek üzere atılan imza ile açılmış oluyordu. Yükselen İmparatorluklarına gönüllerin imparatoru ve kralını alarak hem sempatiyi arttırmak hemde onların büyük futbol gücünden faydalanarak sınırlarını genişletmenin peşindeydi Cem Uzan. Görkemli Fenerbahçe yıllarının ardından İstanbulspor yılları biraz yavan geçmişti ama takip edenler Aykut'un halen aynı Aykut olduğunu izliyorlardı. İstanbulspor'da devam eden futbolculuğu sonra antrenör futbolculuk ve teknik direktörlük görevleriyle devam etti. Ta ki artık bu görevi sürdürmesinin hiçbir maddi koşulu kalmayıncaya kadar.

Malum İstanbulspor bir dönem Uzanların elegeçirdiği ama bekledikleri başarıyı yakalayamayınca futbolcuları cezalandırmak için yalnızlığa terkettikleri iki kulüpten biriydi (diğeri Adanaspor). Maddi desteklerini çekmelerine rağmen kulüp bu günlere kadar futbolcu-teknik kadro ve çalışanların neredeyse komün diyebileceğimiz ortak yönetimiyle geldi. Bunda herhalde en büyük etken Aykut Kocaman'ın futbolcularla kurduğu sağlıklı, eşit, adil ve demokratik ilişkinin payı büyüktür. Yoksa hiçbir profesyonel futbolcu böyle bir cefayı bir hiç için çekmez. Aykut'un yarattığı bu ortam sahada oynanan oyunada ister istemez yansımıştı. Oyunu gerçekten oyun olarak kavrayan ve kavratan bir ankayışla futbolcuların sahadaki varlıklarıda anlam kazanmakta ve sonuçtan bağımsız bir oyun ortaya çıkmaktadır. Ve sanırımki özgürlük tam da burada yatmaktadır.

Hep diyoruz ya futbol artık futbol değil. Para olmadan futbol olmuyor. Ne yazıkki sahada Fenerbahçe'ye, Galatasaray'a, Beşiktaş'a kök söktürebilirsiniz ama saha dışında cebiniz dolu değilse bir hiçsiniz. Ne değer yaratırsanız yaratın. Nitekim Aykut'un isyanı ve istifası da bu sistemeydi. Takımın ve klübün içinde bulunduğu durumu yaratan şartlardı onu/onları bu noktaya getiren.

İstifa, isyan, protesto...

İstifa ettikten sonra sezon sonuna kadar başka bir kulüpte çalışmayacağını beyan ederek, 'ben kendimi kurtarırım abi benden sonra tufan' demeyen, futbolcusunu okka altına atmadan özgür karar vermesini sağlayan ama sonuna kadar en sıkıntlı döneminde yanında olduğunu hissettiren kaç teknik direktör tanırsınız? Hiç diyorsanız alın size kocaman bir insan Aykut Kocaman...

Sahalarda görmek istediğimiz hareketlerden.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Büyük aşklar yolculuklarda başlar...



Vamos oluşumu ilk şampiyonluğunu İzmir’de yaşamıştı. Atatürk stadında çıldırmış, kendimizi otobüse yorgun atmış ne olduğunu neredeyse anlamamıştık. İlginçtir Vamos ile geçirdiğimiz yılların ikinci şampiyonluğu da yine deplasmanda kazanıldı. Evimizden kilometrelerce uzakta. O sevinci yaşamaya ve belki de yaşatmaya neredeyse ülkeyi bir uçtan diğer uca geçtik.
Klasik olacak belki ama şairin de dediği gibi ‘Büyük aşklar yolculuklarda başlar ve serüvenciler düşer yollara’. Her deplasman insanların paylaştıkları ve yaşattıklarıyla büyük büyük aşklar yaratıyor ve de uğruna yollara döküldüğü aşkını daha da büyütüyor. Olayın şampiyonlukla alakası yok. Şampiyonluk bir hedef ama yürünen yol değişmiyor. Hani sormuşlar ya topal karıncaya ‘nereye gidiyorsun?’ diye. O hesap. (Bu arada ‘Topal Karıncalar’ da fena grup ismi olurmuş ☺ )
Biz de artık iyice ısınan Haziran’a yüz tutmuş bir Mayıs gecesi inceden buluştuk Salı Pazarı’nda. Maçın Pazar günü oynanacak olması birçok planı bozmuştu ama yapacak birşey yok: Bu yol uzun ırak, varılacak mutlak...
Ekip yavaş yavaş toparlanıyor. Ortada henüz otobüs yok, ama Sivas yolcuları tek tek karanlığı yararak geliyor. Heyecan her yola çıkıştan farklı. Dönüşümüz nasıl olacak?
19 Mayıs tatili ve seçimler otobüs piyasasına gerekli darbeyi vurmuştu. Piyasada otobüs yok. Güç bela bulduğumuz otobüsün esasında 1993 senesinin en iyi otobüsü olduğunu görünce inceden bir titreme geçiriyoruz. Gecenin sorusu: ‘Düzceyi geçermiyiz?’ O saatte yapacak birşey yok. Doluşuyoruz otobüse. CK’lı dostlarımız da diğer 90’ların şahaserine geçiyorlar ve yola çıkıyoruz.
Otobüse bindiğimizde kaptanla otobüs arasındaki uyumsuzluk hemen farkediliyor. Kaptan otobüse kendi ruhunu veriyor da otobüs sanki o şekilde gidiyor gibi. Duruma uygun özlü söz: At sahibine göre kişner...
Fakat otobüsün kaporta durumdan habersiz, tekerlekler yeni havalanan uçak misali yoldan kalktı kalkacak, biraz daha iyi bir otobüs olsa (mesela ‘Coach of the year 95 veya 96’ ☺ ) kesin biz de uçak kaldırmış olacağız.
Otobüsün içi inceden deplasman havasına giriyor. Arka taraftan havayı ısıtan tezahüratlar ve açılan şişeler nerede olduğumuzu hatırlatmaya yetiyor. Arada bir yaptığım alkol kontrolleriyle IV Murat benzetmesinin gelmesi arasında kısa bir an bulunuyor. Kontrollü içilen içkiyle, kırmadan dökmeden bir yolculuk yapıyoruz. Esas eğlence dönüşte ne de olsa. Giderken barutu tüketirsek dönerken nasıl eğleneceğiz?
Uzun bir yola kendini hazırlamış bünyeler yavaş yavaş kendini bırakıyor. Arkadan bitmeyen bir Sezgin sesi dışında duyulan ses az. Ama o ses...
Sabah hava aydınlanmış ve millet nerede duracağını tartışırken uyanıyorum. Ankara’dayız. Bizi bekleyen Ankara yolcularını alacağız. Ve o an otobüs doluyor. Yavaş yavaş uyanmalar ve yeni gelenlerle kaynaşmalar derken herkes acıktığını farkediyor. Ufak bir istişare ile istikamet ‘Şöförler Federasyonu’ denen bir dinlenme tesisi. Vardığımızda anlıyoruz ki salt şöförler değil, aynı zamanda çilekeşler federasyonu dinlenme tesisleriymiş. Tam bizlik. İçerde birçok şöför ve bizi saymazsan bir tane de çilekeş mevcut.
CK ile görüşme ile aramızda bir miktar mesafe olduğunu anlıyoruz. Bekleme yanlısıyız ama bizim şöför Arif Kaptan çoktan otobüse binmiş de bizi çağırıyor. Çekmiş otobüsü yol kenarına gelene ‘hadi kamçılayalım’ diyor. Adama kızacaz, kızamıyoruz ☺ E hadi kamçılayalım bari diyip biniyoruz ki 200 metre gitmeden çekiyor kenara. Bir sorun var ama bize çaktırmamaya çalışıyor. Nitekim otobüs tekrardan çalışmıyor. Bi deneme, bi deneme daha derken en sonunda motordan gelen ses içimizi rahatlatıyor. Bekle bizi Sivas geliyoruz.
Bu arada sabaha karşı uyku arası duyduğum bir muhabbet geliyor yol tabelalarına bakarken. Ankara’dan telefon geliyor, bekliyenlerden. Kaç km var diye soruyorlar, kaptan 90 diyor. Bekleyen insanın ruh hali, ne kadar bekleyeceğini hesap edecek. Kaptan hemen ekliyor, ‘yarım saate ordayız’... Uyku arası bi hesap, saatte 180 km yapıyor. Kesin rüyadır diyorum ama değilmiş. Ne diyeyim bilemiyorum...
Sivas girişi klasik polis çevirmesi. Arama yapılacak. Bu sefer değişik bir uygulama var. Her araçtan (araba bile olsa aynı muamele) şöför ve bir sorumlu istiyor polis. Tutanak tutup olası olaylara karşı bir nevii zimmetliyor bizi. Kamçılı Arif Kaptan ile gidiyoruz polis arabasına. Polis plakayı sorduğunda Kamçılı ‘du bi bakıp geleyim’ diyor ya, orada ben nasıl anlatayım polise bu orjinaliteyi ☺
Stadın önüne geldiğimizde otobüsten inip Sivas Cumhuriyet Meydanına varıyoruz. Kısa bir şehir turu. Genelde deplasmanlarda alışık olmadığımız bir durum. Adana’dan gelen Şehmus ile buluşuyoruz. Nereye oturalım diye sorduğumuzda, meydanda belediyenin lokalini gösteriyor. Eli yüzü düzgün bir yere benziyor derken takım elbiseli bir heyet elimizi sıkıyor. Nooluyor demeye kalmadan kendilerini tanıtıyorlar,Sivas Belediye Başkanı!.. İçeri kocaman bir salona davet ediyor bizi. Yokolmaz demeye kalmadan bu sefer içerinin camları açılıyor ve kendimizi bir anda afilli masalarda oturur buluyoruz. Bir ikram, bir indirim neredeyse yok pahasına harika yemekler yiyoruz. Vallaha misafirperver bir Belediye Başkanıymış. Helal olsun.
Karnımızı da doyurduktan sonra saat erken olmasına rağmen kaşıntı başlıyor herkeste ve ver elini stad. Cumhuriyet Meydanından stada kadar önde bayrak, törene giden Hababam misali dökülüyoruz caddeye. ‘Kuşandık sarı laciyi...’ peşimize takılanlar, resim çektirenler, atkı isteyenler...
Stad önüne geldiğimizde pankartların alınmadığını öğreniyoruz. GFB Mecnun Başkan ile görüşmeye çalışıyor ama nafile. Kendi imkanlarımızla sokacağız. Tam o anda yağmurda başlıyor. Polis araması zayıflıyor ve pankartlar biraz zorlamayla içerde. Bayrağımızın sopası için oldukca fazla uğraşıyoruz ama en nihayetinde onu da sokuyoruz içeriye. Kayıpsız bir şekilde içerdeyiz. Saat 17.30 gibi girdiğimiz stad yavaş yavaş süsleniyor. Saatler geçtikce kapıdaki yığılma yerini izdihama ve bir Fenerbahçe klasiği olan kapıların açtırılmasına bırakıyor. Dışardakiler oldukca yıpranmış giriyorlar içeriye. Bizim ekip, alkolden ve izdihamdan uzak kaldığı için diri.
Bunun karşılığını da maçta görüyoruz. Fena değiliz. Ama genel olarak tribün iyi değil. Ardarda gelen goller ve kısa süren gerilim sonrası ŞAMPİYONUZ.
Ortalık toz duman. Polis elinde kamera bir sağa bir sola, meşale yakanları tespite koşuyor. Bırakın da kutlayalım şunu. Alex bile meşale istiyor. Ulan adam alacak 6 ay ceza. Giremeyecek maçlara bir di. Allahtan veren yok.
Yer yer yarılan tellerden sahaya giren yok henüz. Takım ikinci kez çıktıktan sonra ise artık sahadayız. Herkes resim çektiriyor. Sağa sola koşturuyor. Hemen omuzdan tutup başlıyoruz halay çekmeye. O da ne? katılan katılana. Çember gittikce büyüyor. Sahada çekilen halayın tadı da hiç bir şeyde yokmuş.
Kendimizi dışarı attığımızda aynı İzmir şampiyonluğu gibi sıradan bir maçtan döner havadayız. Ne yapacağız bilmiyoruz. İstanbul’da yer yerinden oynuyor. Ercan o an sağa sola koşturup ‘birşeyler yapalım’ deyince ilk gelen arabanın önüne atlıyoruz. Araçtakiler şaşkın, biz sallıyoruz arabayı. Sonra sal gitsin, bir araba daha derken karşımıza çıkan ATV naklen yayın aracına hücum. Adamlar bi korkuyorlar filan,tamam sorun yok diyoruz ve bir davul görüyoruz.Vur davulcu... Sonra otobüsü buluyoruz ki o da ne, otobüsün yarısı dolu. Otobüste bir çok münferit var.
Şampiyon olduktan sonra otobüste herşey serbest. İsteyen istediği kadar içebilir. Parti var otobüste partiiiii.....
İlk tekel bayiinden mazot dolumu ve ver elini otobüs. Önce bir mehter. Ama ne mehter, ön arka karşılıklı içimizi döküyoruz. Sadri Şenerden başlayan iç dökme YGS şifresinden HES’lere kadar gidiyor. Duran otobüs bizi zaptediyor. Kısa mola sonrası ise türkülerle başlayan ve önce halay, sonra trenle devam eden bir tur ve de ‘Fenerbahçe Şenola’ ve de ‘Mahmudu Niang...’ ☺
Sorgun civarlarında bir dinlenme tesisinde CK ile yaptığımız meşale şov ve gece 4’de yorgun bünyenin uykuya dalması...
Sabaha uyandığımda Ankara’yı geçmiştik. Sonrasında Mortenle karşılıklı tezhüratlarla İstanbul'a kadar kamçılaya, küsküleye geldik.
Temiz bir deplasman oldu, en nihayetinde.
2007’deki gibi uzaklardan aldık geldik şampiyonluğu...


10 Mayıs 2011 Salı

Futbol Hacıları: Eski Gözağrısı Sarıyer

4 Ekim 2009
Sarıyer: 2 İstanbulspor: 1



4 ekim 2009 tarihinde yolum Sarıyer tarafına düştü.
listeden baktığımda o gün Sarıyer-İstanbulspor maçı olduğunu gördüm ve vaktimin de uygun olmasıyla doğru maça gittim. E hacılık bunu gerektiriyor ne de olsa. Hangi durumda ve nerede olursan ol mutlaka bir maça yazıl. (bu maça gitmeden önce Çilekli'de de bir amatör maça uğradım ama çok yağmur vardı kimlerin oynadığını bile sormadım )
Neyse gitmeyenler için biraz Yusuf Ziya Öniş stadı nostaljisi yapayım. Stad Sarıyerin son durağının da gerisinde sırtını sarp yamaca vermiş ve sanki karadeniz kıyısında (sanki ege kıyısında, elbette karadeniz kıyısında. Ama demek istediğim, İstanbul değil de sanki Rizedeymiş gibi hissediyorsun o açıdan. amaan neyse ne...) bir stad. Ben 1987-8'de çok sık giderdim. Tek değişiklik kale arkalarının üstünü kapatmışlar. Yani 25-30 yıldır aynı stad. Bir de sağ tarafta tribün yok muydu acaba? Gözümün önüne getirmeye çalışıyorum ama nafile. Neyse, o zamanlar öğrenciyiz ve İTÜ ve civarında okuyan çok sayıda öğrenci gibi Sarıyer'de kalıyoruz. Hızlı zamanlarımız malum. Gelen bir haberle, haber dediysem telefon filan hakgetire bildiğin kuş ile geliyo Sarıyer'e haber, toparlanıp doğru okula aktığımız zamanlar. Biz okula gidene kadar geçen 1.5 saat de cabası. İşte o dönemlerde Sarıyer 1. ligde. Benim de kulağım stadda. Eskiden kapılar ikinci yarı bi şekilde açılır ve maçın son 30-40 dakkası dışardakiler tarafından izlenirdi. 2. yarı başlangıçları ben evden uzar doğru stada akar ve o gün artık Sarıyer kimle karşılaşmışsa onları izlerdim. Sariyer'ki o zaman acayip takımdı. Rıdvan Sercan bi yana Galatasaraylı Erdal Keser bizim Cem sultan ve Selçuk Yula zaten takımı izlenesi yapıyorlardı. Bundan önceki yıllarda oynayan Çelebiç'i de es geçmeyelim. Neyse devre arası kapıya yığılan kalabalıkla birlikte kapı görevlisine söve söve kapıyı açtırır (o görevli de kendine sövenlerin mahalle arkadaşı zaten ) sonra kapalıda geçer yukarıya hem Sarıyer'e tezahürat yapar hem de Selçuk gol atsın diye heyecanlanırdım. İşte o Sarıyer'e 20 küsur yıl sonra o gün tekrar gittim. Esasinda ondan 3 hafta önce yine gitmiştim. Eyüp maçı vardı ama maçın saati bana uymuyordu. Ben sadece stad yerinde duruyor mu diye bir uğrayıp selam vermiştim eski dostuma.

Maç saati semtten stada doğru her sokaktan bir akım başlıyor. Gençler ve ihtiyarlar yavaş yavaş stada gidiyor ve kapıda bir kombine muhabbeti. Elden ele geçen kombineler ve bilet arama çabaları. Gerçi bilet var ve kale arkası 3 kapalı 5 tl. Ama bir biçimde içeri girme çabası işte.

İçeri giriyorum. Kapalının sağında yer alıyorum. Birazdan Sarıyer genç tayfa dolduruyor burayı. Davul mavul oldukca tribün. 200-250 kişilik bir ekip ve 90 dakka bağırıyorlar. Tezahuratlar karma. Her yöreden var. Kapalının solunda da bir grup var. Göremiyorum ama ihtiyar daha doğrusu eski Sarıyerliler sanırım ve ayrı telden bağırıyorlar. Kale arkası da arada bir katılıyor muhabbete. Sol kale arkası ise deplasmana ayrılmış durumda ve deplasman tribünün de 1'i formalı 3 kişi var. Onlar da 60'dan sonra nereye kayboldu anlamadım. Pankartlar duruyordu ama.

Sarıyer'i Sercan çalıştırıyor. Yıllar sonra Sercan'ı görmek güzel. Tribünde de İsmail Kartal vardı. Çıkışta gördüm. O da eski Sarıyerli sayılır. İstanbulspor'un kalesinde Ali Uyanık namı diğer Allum Buker. Ekmek parası işte.

Maçın ilk 20 dakkasında Sarıyer 2-0'i bulunca herkes fark bekler oldu ama İstanbulspor 1 tane atınca da maç ilk yarı skoruyla bitti. 2-1. Skorboard eski usül.

Şimdi Göztepe gelecek buraya o maça gitmek sart artık.

Alt ligler endüstriyelleşmenin kıyısında kalmış ve derinleşmemiş yerleri. Eskilerden anılarda kalan görüntüleri buralarda hala görmek mümkün. Ve semt takımları vazgeçilmez olmalı.

Bir dönemin Karagümrüklü-Sariyerli-Bakirköylü-Zeytinburnulu ligini hatırlayanlar vardır.

Alt ligler halen öyle. Tothenamli-Boltonlu-Chelseali-Arsenalli-Fulhamlı -Westhamli-Milwalllu Londraya karşı yaşasın İstanbul

Skorboard böyle güzel...



Sarıyer'in kapalısı fena değil

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Dergi Yazıları: Taraftar örgütlenmeleri yok edilirken -III-




Çuvaldızı Kendimize Batıralım!

(Toplumsal Özgürlük Dergisi - Şubat 2011 Sayı: 8/36)

Hep iğneyi başkasına batıracak değiliz ya. Sorunları ortaya koyarken kendimizi de dev aynasında görerek değerlendirmeyelim. Dizinin son bölümünde çuvaldızı alalım elimize...

Toplumsal olanın bir sonucu olarak bulundukları alanda biraraya gelişlerin adını tribün grupları olarak koymuştuk. Bu grupların oluşum ve nitelikleri üzerine kısa bir dizi yaptık. Bu yazıyla birlikte bu diziyi sonlandıracağız. Egemenlerin yaklaşımları ve gelişen spor endüstrisinin bu grupları bitirmeye çalıştığı bir gerçek. İki yazıdır bitiş sürecini anlatmaya çalışıyoruz. Bu yazıyla birlikte de olaya biraz da kendi penceremizden ve eleştirel olarak bakalım.

Bahsettiğimiz, son noktada sportif bir biraraya geliş. Her alanda olduğu gibi bu alanda da biraraya gelişlerin doğallığı böylesi birlikteliklere ve daha ilerisinden gruplaşmalara, örgütlenmelere doğru yolalabiliyor. Her topluluğun en nihayetinde bulunduğu alana ilişkin birtakım taleplerinin olması da kaçınılmazdır. Bu durum en basitinden kendi çıkarları çercevesinde siyasallaşmaktır. Hele ki bu talepler varlık yokluk sorunsalıyla birlikte anılıyorsa. Bu anlamda bu gruplaşmalar en temel hakları olan yaşam haklarına karşı geliştirilen müdahalelere karşı direnç geliştirmekle yükümlüdürler. Yoksa yaşayamazlar.

Bilinç parçalanınca

Türkiye’de genel örgütlülük bilincindeki parçalanma ve kendi çıkarı için biraraya gelememe dürtüsü maalesef taraftarlar için de kanayan bir yaradır. Şu anda en hayati mesele olan 5149 sayılı Sporda Şiddet Yasası diye anılan taslağın oluşumuna dair birkaç çaba dışında ses getirici pek bir girişim ortalıkta gözükmemektedir. Bu yasa ile neredeyse bütün hareketleri kriminalize olacak taraftar topluluklarının büyük çoğunluğu varolan durumu kabul etmiş gibi gözükmektedirler. Hareketin doğası gereği yaşanılanın sonuçlarını kestirebilmekte ama harekete geçme noktasında bir türlü adım atamamaktadırlar. Önümüzdeki günlerde de ciddi bir adım atılmaz ise grup olmanın anlamı da yitme noktasındadır.

Bu önemli meselenin dışında yine sporu yönetenlerin en işine geldiği biçimiyle böl ve yönet politikasına karşı ortak ses çıkartma ne yazık ki yine örgütlülük bilinçi ile doğru orantı taşımaktadır. Deplasman yasakları, bilet fiyatlarının fahişliği, stadlarda insanlık dışı koşullar ve pahalı temel ihtiyaç maddeleri, emniyetin ve stad güvenliklerinin taraftara gösterdiği insanlık dışı muameleye karşı organize ses çıkartmama gibi pek çok sorun vardır ki tamamen bu bölünmüşlük içerisinde çözülememektedir. Yönetenlerin bu bölünmüşlük içinde en iyi yaptıkları, boşlukları endüstriyelleşme dolgusuyla doldurup tüm bir sistemi paraya endeksli bir biçimde yönetmektir.

Görev biraz da farkında olanda

Ve sanırız bu konularda ortak bir mücadele hattı örmek en çok örgütlü taraftar topluluklarının meselesi olmalıdır. Ve hatta bu örgütlülük içinde de sistemden kopuk hareket edebilen ve varlığını bu endüstriyelleşmeye karşı konumlandıran gruplar bu işin bayrağını yükseltmelidir ki bu konuda da çıkan sesler oldukca cılızdır.

Tam da bu noktada çuvaldızı iyice kendimize batırırsak iyi olur. Endüstriyelleşmenin ve sistemin yarattığı çarpıklaşmanın en çok farkında olan ve bu durumu ifade ederek varlığını bunlar karşısında konumlandıran gruplar son yıllarda oldukca popülerleşmektedirler. Bu grupların varlığı artık stad sınırlarını aşmış meydanlarda da kendilerini ifade eder olmuşlardır. Ama unutmamak gereken bir şey var ki ne bu gruplar siyasetin kendisi ne de siyaset bu gruplar üzerinden yapılan bir şeydir. Son dönemde, özellikle siyasi hayatta yaşanan çalkantılar ve umutsuzluk hali ister istemez bu alanlara doğru bir akış sağlasa da çoğu varoluş kendi zaafını da oralara taşımakta ve ister istemez ortaya çarpık görüntüler çıkmaktadır. Taraftar gruplarının siyasallığı kendi sorunlarına duyarsızlaştıkca populizm’in bataklığına doğru koşar adım gitmektedir. Bunun önüne geçmedikce tribünlerde yaşanan sahte bir şov olmaktan öte bir durum olmayacaktır.


Dergi Yazıları: Taraftar örgütlenmeleri yok edilirken -II-




Taraftarlık Yasa ile biter mi?

(Toplumsal Özgürlük Dergisi - Aralık 2010 Sayı: 7/35)

Her topluluğun başında sallanan bir sopa bulunmalı. O sopa olmazsa toplulukları denetim altında nasıl tutarsınız yoksa? 5149 Sayılı Sporda Şiddet Yasası da böyle bir sopa. Bakalım bu sopa üstünde sallandığı topluluğu dağıtabilicek mi?

Her tür toplumsal sorun malumunuz olduğu üzere yasayla ve bu yasaya dayalı zor ile çözülür. Çözülmese de çözüm yolları güvence altına alınır. Önemli olan ortada bir toplumsal sorunun olmasıdır, ki bunun için de bir toplumsallık yani biraraya gelmişlik gerekir. Geçen sayıdaki yazıyı okuyanlar en genel anlamıyla sportif mücadelelerde izleyenlerin nasıl bir yanyana geliş sürecinden geçtiklerini görmüşlerdir. Dilimiz döndüğünce ifade etmeye çalıştık. Bu biraraya gelişlerin sahadakine paralel yansıması da ister istemez rekabetin oyun alanından biraz uzaklaşmasını da beraberinde getirmekte idi.

Artık futbol ve benzer sporlardan hoşlandığını açıkca belli eden aydın kesimin çok hoşuna giden emek-sermaye çekişmesinden din savaşlarına kadar toplumun genel olarak köklerine sirayet etmiş uzlaşmazlıkların spordaki yansımasının yanısıra hiçbir toplumsal kalıba sığmayan çekişmeler de spor etrafında kümelenmiş kalabalıkların birbirlerine karşıt olması için yeterli sebepleri oluşturuyordu. Kökenini yine en genel anlamıyla İngiltere’ye dayandırsalar da tarihten de bu tip karşıtlıkları bulmak bizleri şaşırtmamaktadır. Bu karşıtlıkların şiddete dönüşmesi taraftar deyince aklımıza gelen ilk olumsuzluğu yaratmaktadır.

Oysa karşımızda bu olumsuzluğun yanı sıra kendi açısından ürettiği değerleri ve varoluşuyla bir topluluklar bütünü mevcuttur. Siyasi anlamda bakacak olursak ucu her tarafa açıktır. Toplum genel olarak siyasi duruşunu nasıl tanımlamışsa bu oluşumlar da oransal olarak toplumun minimal eşdüşeyleridir. Ama büyük çoğunluğu kendini siyasal olarak tanımlamasa da toplumsal olanın içinde günlük siyaset ne kadar üretiliyorsa o kadar siyaset üretilmektedir. Ülke de faşizan ulumalar arttığı anda bu nüvelerin de bu havaya katılması kaçınılmazlaşmaktadır ama diğer taraftan da Tekel gibi herkesi ilgilendiren meselelerde de beklenen tavrı koyabilmektedirler. Fakat konumuz bu değil. Konumuz bulunduğu yerden varoluşuna yasa düzenleyicilerin getirmeye çalıştıkları engeller.

5149 sayılı Sporda Şiddet Yasası

‘Okullar olmadan Milli Eğitimi yönetmek ne kadar kolay!’ Bir dönemin diline pelesenk olmuş bir cümle ama devletin genel olarak sorunlara yaklaşımını tanımlaması açısından önemli. Keza konumuzu oluşturan 5149 sayılı Sporda Şiddet Yasası’da aynı mantıkla örülmüş bir çalışma. Yasa tamamen taraftar, taraftarlık ve taraftar örgütlenmelerini yok etmeye dönük olarak tasarlanmış bulunmaktadır. Uzun uzadıya yasa ve maddeleri üzerine insanı sıkan hukuki metinlerden kopmaya çalışarak bu yasa ile spor müsabakalarının düzenlendiği yer ve en geniş cevresinde yaşanacak her tür olayda bu dernek ve birliklerin suçlu olarak gösterilmesine çalışılmaktadır. Yasa çıkmadan henüz yönetmelik olarak uygulanan halinde dahi spor polisi denen gasp masası polislerinin keyfi uygulamaları ile pekçok müsabakada işlerin nasıl çığırından çıktığı an be an görülmektedir.

Yasa ile oluşturulan ve bu tip müsabakaların gerçekleşmesinden önce gerekli tedbirleri almaya yarayan İl Güvenlik Kurulu denen oluşuma İl Jandarma’dan spor kulübü temsilcilerine kadar herkes girmekte ama kendisi adına yapılan düzenlemelerde nedense taraftarın tek bir söz söyleme hakkı dani bulunmamaktadır. İl için medyanın bile temsil edildiği bu kurullarda taraftar temsilcisi kavramı dahi geçmemektedir.

Yasa ile birlikte, yaşanacak her tür olaydan taraftar ernek, birlik, grup vs’leri sorumlu tutulmakta ve hatta olay sonrası karışanların görüntülerden tespit edilmesinde bu örgütlenmelerin muhbirliğine başvurulmakta ama alınacak önlemlere dair emniyet vb kurumların rolleri muğlaklaşmaktadır.

Müsabaka alanına meşale sokan ile kesici alet sokana aynı ceza verilmekle bu iki zıt nesnenin nasıl bir suçlama için kullanılacağının ucu gittikce açılmaktadır.

Bu yasa önlemeye değil dağıtmaya yarar

Öz itibari ile görüşülen yasa güvenlik önlemlerini almaktan çok bu tip yapılanlaların tamamen denetim altına alınmasına dönük hazırlanmış yasaklarla dolu ve at izi ile iti izinin birbirine karıştırıldığı muğlak bir yasadır. Sonucunda stadlarda pankart asmak bile yasaklanma noktasına doğru gitmektedir. Ki pankartlar bu toplulukların dilidir. Dili kesmenin amacı da konuşmayı engellemektir.

Geçtiğimiz günlerde Beşiktaş ile Bursaspor arasında yaşanan vahim olaylara neden engel olunamadığı pek sorulmadı ama hemen olayların ardından rafta duran yasanın an geçmeden kamuoyu gündemine getirilmesi ilginçti doğrusu.

Taraftarı bitirmeye dönük bu yasa için egemenler ellerine geçen fırsatı kaçırmamaktan öte fırsat yaratmayı da çok iyi beceriyorlar doğrusu.

Dergi Yazıları: Taraftar örgütlenmeleri yok edilirken -I-



Tribün Örgütleri

(Toplumsal Özgürlük Dergisi - Kasım 2010 Sayı: 6/34)

İnsani olan, yanyana geldiğinde toplumsal bir tepki vermektir. Toplumsallık arttıkça örgütlülük de artar. Doğal olan örgütlenmektir. Devlet her tür örgütlenmeyi denetime almak istemektedir. Bu alanda da yaşanan çatışmanın böylesi bir karakteri vardır.

Taraftar deyince pek çoğunuzun aklına çapulcu sürüsü, işi gücü olmayan şiddet düşkünü insanlar güruhu geliyordur. Ama öyle ya da böyle çoğunuz da bir takımı tutuyorsunuzdur ya da tutmuşsunuzdur. Bu yazıyı okuyanların çoğunluğunun gazeteleri spor sayfasından okumayu başlamayanlar olarak varsayarsak eğer, sizinle taraftar arasındaki farklardan başlayarak onların da hakları olan insanlar olduğunu anlatmaya çalışalım.

Bir sporsever olarak varsayacağımız Okur’un en nihayetinde herzaman ilgisini çekmeyen bir spor müsabakası (ve özellikle bir tanesi) sporseverin her daim gündemidir. Bunu bir sanatseverin sergi, edebiyatseverin kitap takibine benzetebiliriz. Hepsinin kendine ait bir dili ve dünyası vardır. Orada yaşanan en detay konular dahi içinde olan için bilinen ve diğeri için anlaşılmaz ve de yer yer gereksiz ayrıntılar olarak görülebilinir. Ama tüm bu ayrıntı ve özen bu dünyayı oluşturan temel bileşenlerdir ki kurduğunuz dünyanın içini ne kadar çok şeyle doldurursanız o kadar zenginleşir, kuruluğu ortadan kalkar. Nasıl ki sanat, edebiyat dünyası kendi içinde akımlar, belli çevreler ve çatışmalar yaşıyorsa spor dünyası da benzer akım, çatışma ve çevreleri içinde barındırır. Ve nasıl edebiyatın, sanatın derinliği olmayan kaba tabir ile ucuz diye adlandıracağımız bir katmanı var ise benzerini spor da da bulmak mümkündür.

Seyirci ile Taraftar

Spor müsabakalarını takip edenlere seyirci denir. Sinema, tiyatro gibi önceliği izlemek olan tüm aktivitelerin katılımcılarına verilen isim ile aynıdır. Seyr eden ile artık taraf tutmaya dönüp bir takımı destekleyen ve onu takip edenler ise artık o takımın seyircisi veya en genel anlamıyla taraftarı olarak adlandırılır. Buraya kadar bir problem yaşamadan geldik. Problem buradan bir adım sonrasında başlamaktadır.

En nihayetinde seyirlik oyunların hepsi seyredilmek üzere yapıldığı için hepsinin seyirciye ihtiyacı vardır. Spor müsabakalının ayırtedici özelliği ise bu seyircilerden bir kısmının taraftarlığa ve taraftarların bir kısmının da örgütlenmeye doğru meyletmesidir.

Örgütlenmek, toplumsal olanın bir sonucudur. Toplumsallık arttıkca örgütlenme bilinci de doğallığında beraberinde gelir ister istemez. Spor müsabakaları, hele yığınsal olarak izlenen müsabakalar bu örgütlenmenin en yalın ve doğal alanlarından bir tanesidir. Buradaki örgütlenmeler en basit örgütlenmelerdir ve yıllar içerisinde evrilerek devletlerin mücadele ettiği gelenekleri ve kökleri olan yapılara dönüşmüşlerdir.

100 yıla yayılan gelenek

Ülkemizde ve de dünyada 100 yılı geçkin kulüpler mevcut. 100 yıl, içinde nice birikimi barındırır. Kolay değildir bir kurumu 100 yıl ayakta tutmak. Geçen yıllar içinde nice kurum tarihe karışırken içlerinden sıyrılanlar bir geleneğe ve bir tarihe sahip olmuşlardır. Yıllar boyunca ayakta kalabilmeyi becerebilmenin meyvelerinden bir tanesi de çoğu köklü kurum için arkasında bulduğu izleyenlerinin verdiği destektir. Bu yıllar boyunca binlerce milyonlarca insan bu kurumların spor sahalarında verdiği mücadeleleri izlemiş ve izlerken de beraberinde birarada olmayı yaşamışlardır. Kimi bir semte kimi şehire kimi bir işyerine, fabrikaya, işkoluna dayanıyordur bu kulüplerin. Sonuçta nereye dayanırsa dayansın ilk izleyenlerinden bugüne bir zincir oluşmuştur. Bu zincir, her hafta müsabakaları izlemeye gidenlerin biraradalığından gelir ve o paylaşım bugünlere pekçok kulüpte izleyici yani taraftar örgütlenmelerini getirmiştir.

Her hafta izlemeye gittiği ve de mücadeleye dayalı bir etkinliği yanındakilerle paylaşmayanın zaten insanlığından şüphe edilir. Bu paylaşımı ilerletmek için asgari bir toplumsal bilince ihtilaç vardır. Ve bu bilinç yavaş yavaş bu biraraya gelişlerin adlarını koyma zorunluluğunu da beraberinde getirir. Semtten gelenler semt adlarını, şehirin bir bölgesi veya özelliği olan bir yerinden gelenler o ismi veya lakabı yavaş yavaş kendi bulundukları bölgeye kazımaya başlarlar ki bu da en basit örgütlenme modellerinden birisidir. Bunun bir adım ötesi kendi hiyerarşisini oluşturmuş yapılardır ki bu basit örgütlenmelerin süreç sonunda varacağı yer de orasıdır. Bu hiyerarşilerin kimisi kendini resmi bir formata sokarak dernekleşirken kalan kısmı da meşru olarak varlığını sürdürmektedir.

Öz itibari ile sevdiği sporu ve bu sporu yapan takımı belli bir disiplin içinde izleyen insanların kendine has dünyasını yaşayabilmek ve bunun devamını sağlayabilmek için oluşturduğu kimi meşru, kimi legal yapılara taraftar örgütlenmeleri veya oralarda söylenegeldiği üzere taraftar grupları denir. Bu grupların her türü bugün mevcuttur. Sonuçta topluma dayalı bir alandan ve o toplumun bireylerinden bahsediyoruz. Bu yapıların nitelikleri ve içinde bulundukları durum ile 5149 sayılı yasa vasıtasıyla nasıl bir denetim altına sokulmaya çalışıldığı da önümüzdeki yazının konusu olarak karşımızda durmakta.


4 Mayıs 2011 Çarşamba

Hoşgörü şehrinde futbol maçı




24 Nisan 2011

Hatayspor: 3 Kırşehirspor: 1

Ocak ayında gelen indirimli bir ucak bileti ile başlamıştı bu maçın hikayesi. O hafta bizim çubukluya ve gideceğim yerdeki programa bakmadan verilmiş bir karardı. Hadi dürüst olayım Ocak ayında bizim takımın durumu malum. Nisan ayına ne olur bilinmez dedik ama Fenerbahçe herkese yaptığını bana da yaptı. Böylesine can kurban.

Dostlarım İzmir seferine çıkmaya hazırlanırken benim yönüm daha güneye Suriye sınırına, Antakya’ya çevrilmişti. Antakya ile ilgili detayları ve gezi notlarımı başka bir yazıda okuyabilirsiniz. Burada güneyde bir hacılık hikayesi ile yetineceksiniz.

Elveda Halepspor

Seyahat programımıza göre pazar gününü Antakya’ya 1-2 saatlik mesafede Suriye’nin görülesi şehri Halep’de geçirecektik. Gitmeden önce Halep’in meşhur (meşhuluğu benim için Fenerbahçe’nin açılışını yapmış olmasından geliyor) Olimpiyat stadında Al İttihad maçı izleyebileceğimi düşünüyordum. Fakat Suriye’nin yaşadığı sorunlu dönem futbol maçlarına da darbe vurmuştu. Hacılık için bulunmaz fırsat kaçacak gibiydi derken Suriye hayali yaşanan ölümlerle riske atılmaması gereken bir duruma dönüştü ve gözler tekrardan güzide Hatayspor’a cevrildi.

Merhaba Hatayspor

Şehirdeki ilk kahvaltımızı cuma günü, tavsiye edilen ama herhangi yerel özelliği olmayan bir mekanda yaparken içeriye her hallerinden ‘biz buranın kadın basketbol takımıyız’ diyen bir grup girdi. Şehirde sporla ilk karşılaşma gerçekleşmişti böylece. Garsonlardan öğrendiğim kadarıyla 2. Ligde playofflarda 4’lü final grubuna kalmışlar. (Yazı yazıldığı sırada final grubunda ilk maçlarını kazanmışlardı.)

Şehir gezileri esnasında herkes merkez olarak meydan, anıt vs belirlerken bendeniz nedense merkezi hep stad olarak kerteriz alır, öncelikle yeşil alanın etrafına dizilmiş yükseltilerin yerini belirlemeye çalışırım. Bu sefer de farklı olmadı. Stad yönü önceden belirlenmiş ve pazar günü yolumuzu şaşırmamamız için gerekli şartlar sağlanmıştı.

Maç 3. Lig maçıydı ve Hatayspor ya doğrudan ya da playof’dan bir üst lige çıkma umudu taşıyordu. Rakip Kırşehirspor ise düşme hattı bölgesinde. Yani her haliyle bir amaç maçı.

Maç saati yaklaştığında stada doğru yönleniyoruz. Karşıdan bir grup geliyor. Elde davul, boyunda atkı, şapkalar apaçi stayla. Doğru yerdeyiz. Gişeye yönelip biletlerimizi alıyoruz. İki tribün var. İkisi de kapalı ama biri 5 TL öbürü 2 TL. 5 TL’lik kapalıdan biletimizi alıyoruz. Kale arkası rakip taraftara ayrılmış 4-5 basmak sadece.

Kültür Turu

Bilet meselesini çözdükten sonra sıra stad tavafında. Stadın etrafında bir tur atmadan olmaz. Gelen grup, stad etrafında yazılar filan anlaşılıyor ki taraftar kültürüyle karşı karşıyayız. Kültürün olduğu her yer kutsaldır.

Stad yazılarından


Karşı (bizdeki maraton) tribün önünden geçerken orada da başka bir grubu giriş yaparken görüyoruz. İlginç geliyor. İlginçliği olumlu anlamda kullanıyorum. Çeşitlilik iyidir. Maratondaki grubun ismi Cadde. Tanıdık geliyor J Kapalıdaki grubun adı ne acaba?

Tribün Grupsuz olmaz

Tavaf bitince içeri giriyoruz. Stad, bulunduğumuz yerden görüldüğü kadarıyla klasik bir Anadolu stadı. Arkada Habib-i Neccar Dağı güzel bir görüntü oluşturuyor. Kapalı ortada ‘Şeref Tribünü’ denen protokol. Hiyerarşik sıra ile herkes yerini alıyor. En son Vali ve kadro tamam. Kapalı sol tarafta konuşlanan grup davullarla giriş yapıyor. Merak ettiğimiz grubun pankartını görünce ismini de öğreniyoruz: Grup Hoşgörü. Tam Antakya’ya yakışan bir grup ismi. Maratonda yeralan Cadde güzel pankartlarla tam bir tribün yapmış.


Cadde ve Hoşgörü

Hatayspor sahaya çıkarken ellerindeki güvercinleri ortasahada havaya bırakıyorlar. Güzel görüntü. Kırşehirspor sahaya çıkınca Grup Hoşgörü tribüne çağırıyor. Cadde karşı tribünden bağırıyor ‘Hepiniz O…. Çocuğusunuz’!... Etrafta oturan Hataylılar tepki veriyor. Soruyoruz neden böyle diye? Birinin ak dediğine diğeri kara der diyorlar. Aralarındaki husumeti bilen yok. Ya da söylemek istemiyorlar ama tribünde ilk yarı boyunca ayrı telden çalıp durdular.

Hatayspor 2010-2011

Maç başlıyor ve Kırşehirsporun ataklarını püskürten Hataysporun bulduğu gollerle bir anda 3-0 oluyor. Ligler arası farkı izledikce daha rahat görüyoruz. Skoru bulunca Hoşgörü coşuyor ve onlar coştukca Cadde üzerlerine vuran güneşin de etkisiyle sessizliğe bürünüyor. Söylenen tezahüratlar neredeyse tamamen Fener tribününden. Hatay ve çevresi ben bildim bileli Fenerbahçe sevgisinin yoğun olarak yaşandığı bir bölgedir zaten de tribün etkisinin bu kadar içerden olduğunu bilmiyordum.

Maçtan bir enstantane ve arkada Habib-i Neccar


Fener en yakın nereye gelir?

Devre arası etrafımdakilerle konuşurken söylenen sözler az daha gözlerimden yaşları boşaltacaktı. ‘Biz neden Alex’i, Niang’ı izlemek için Antep’e Adanaya gitmek zorundayız’ diyordu Fenerbahçe sevdalısı bir Hatay’lı. Yönetimine serzenişte bulunuyordu. ‘Bu takım hep yukarı oynuyor ama sonradan nedense maç veriyor, ya maç satıyorlar ya da adam!’ diyordu bağrıyanık fenerli. Tamam dedim belki futbolda zor ama bak Kadın basketbolda belki gelecek Fenerbahçe. ‘Evet’ dedi, ‘bari orada izleyelim Feneri’. Teselli olarak Selçuk Şahin'in zamanında bu sahadan geçtiğini de övünerek söylüyorlar.

İkinci yarı ile birlikte Cadde de hareketlendi ve tribünler maçtan koparak kendi dünyalarına kapandılar. Skoru erken kopan her maçta olduğu gibi. Bu devrenin özelliği iki grubun da karşılıklı coşkuyu paylaşmalarıydı. Antakya’ya da bu yakışır zaten.

Maç Kırşehirsporun attığı bir gol ile 3-1 sonuçlandı. Aklımda kalan ise staddaki Fenerbahçe formalı çocuklardı.

Gözlerimiz 2. Lig B grubunda seni arayacak Hatayspor. Biraz daha Fenerbahçe’ne yakın olmak için...


Maçtaki küçük Fenerbahçeliler