(Toplumsal Özgürlük Dergisi - Şubat 2004 - Sayı: 2)
Sezon ortalarına doğru artar teknik direktör istifaları. Çok çeşitli nedenleri vardır bu istifaların. Kimi kan uyuşmazlığı der, kimi ise hedefleri olan bir takımla çalışmak istediğinden bahseder, kimileri ise karşılıklı olarak anlaştıklarını ifade eder. Ama hemen hemen hepsinin altında mutlak bir başarısızlık vardır. Evet başarısız olan teknik direktör ya kendi istegiyle yada klübün isteğiyle basar istifayı. İki kere iki dört.
Ama bu karşımızdaki istifa bir istifadan çok bir isyan. Gerçi bu yazının yazıldığı sıralarda tekrardan görevine dönmüştü ama yine de ortada hala yalanmamış duran kocaman bir tükürük var. Ama zannedildiği gibi bir hata olarak değil bir tavır olarak yeşil sahaların baronlarının yüzüne atılmış bir tükürük.
O'nun hikayesi
Sakaryada 1965 yılında başlar Aykut Kocaman'ın hikayesi. Öğretmen bir baba ile ev kadını bir annenin çocuğudur. Ekonomik şartların zorluğu karşısında annesininde çalışmak zorunda kalmasıyla istanbula taşınırlar. Annesinin Eczacıbaşı'nda iş bulmasıyla Gültepe'ye yerleşirler. Sabahtan akşama kadar top peşinde koşan oğlunu bulduğu iş sayesinde Eczacıbaşı Jimnastik Kulübü'ne yazdırır. Böylece ilerki yıllarda atacağı zor ama estetik gollerin mayası jimnastikle atılmış olur.
Altınmızrak'la başlayan kulüp hayatı Düzce ve Sakarya ile yükseliş seyrine girer. Ve sonra ver elini Fenerbahçe.
Altınmızraklı isimsiz Aykut'tan Sakaryasporlu Küçük Aykut'ta oradan da Fenerbahçeli Kral Aykut'a kadar giden yol hemen hemen tüm başarılı futbolcuların hikayesiyle üç aşağı beş yukarı aynı. Büyük kısmı varoşlardan çıkıp önce amatör sonra yarı profesyonel sonrada profosyonel olurlar. Aykut'u digerlerinden ayıran Kral olana kadar yürüdüğü yol değildir. O yolu nasıl yürüdüğüdür.
Fenerbahçe'ye geldiği yıl ilk resmi maçına yedek çıkmış ve ikinci yarı oyuna girerek tam dört gol atarak mucizevi bir açılış yapmıştı. Ama gönülleri asıl fethi attığı gollerin yanısıra sahada bulunuş biçimiydi. Rakibine karşı adil ve ancak kuralların izin verdiği ölçüde mücadeleyi sonuna kadar sürdüren bir kişilik yapısına sahipti.
Evet adildi, bu futbol sahalarında uzunca bir zamandır görmediğimiz türden bir adaletti ki saha içinde rakip olduğu sporcuları saha dışında aynı işi yaptığı birer emekçi olarak sahip çıkacak kadar ileri gidebiliyordu. Aykut'u Fenerbahçe'de yok eden ama taraflı tarafsız tüm gönüllerde vareden o meşhur demeci bir kez daha hatırlayalım.
Boyna takılan halat
1996 yılının o mayıs gününde altı yıllık aradan sonra tekrardan şampiyonluğa ulaşacak iki golden birini atarken sevincin yanında duygularını şöyle ifade ediyordu: 'Türkiye'de başarının tek ölçüsü birinci olmaktır, bu yanlıştır. Şu anda yenildikleri için aşağılanan Trabzonsporlu futbolcuların yerinde biz de olabilirdik. Spor ve futbolun tek anlamı birinci olmak değildir!..'
Rakibini sahada yenen ama saha dışında onun ezilmesine karşı çıkan bir kişilik en azından bizim sahalarımızda ve yine en azından 80'lerden beri yetişmiyordu. 80'lerden bahsetmişken nasıl o dönemde sınıf kardeşlerinin çıkarlarını korumaktan ve örgütlenmekten bahsedenler egemenlerin ağır tokatını suratlarında gördüyse kaderin cilvesi işte benzer bir sonu Aykut ve kader ortağı Oğuz'da Fenerbahçe'den kovularak gördü. Dönemin Fenerbahçe başkanı Ali Şen Aykut'un yaptığı bu açıklamayı bahane göstererek Oğuz ile birlikte ikisinide klübün kapısının önüne koydu. Öyle ya genişleyen pazarı ve ortada dönen milyon dolarları ile futbol her gün daha fazla endüstriyelleşiyordu. Bu endüstri içinde futbolcu da en önemli meta oluyordu. Ama meta olduğunu kabul etmeyen futbolcunun ise ipi patronlar tarafından çekilmeliydi ve çekildi.
Uzan'lı yıllar
Artık Aykut için ikinci dönem başka bir patronun Cem Uzan'ın yanında devam etmek üzere atılan imza ile açılmış oluyordu. Yükselen İmparatorluklarına gönüllerin imparatoru ve kralını alarak hem sempatiyi arttırmak hemde onların büyük futbol gücünden faydalanarak sınırlarını genişletmenin peşindeydi Cem Uzan. Görkemli Fenerbahçe yıllarının ardından İstanbulspor yılları biraz yavan geçmişti ama takip edenler Aykut'un halen aynı Aykut olduğunu izliyorlardı. İstanbulspor'da devam eden futbolculuğu sonra antrenör futbolculuk ve teknik direktörlük görevleriyle devam etti. Ta ki artık bu görevi sürdürmesinin hiçbir maddi koşulu kalmayıncaya kadar.
Malum İstanbulspor bir dönem Uzanların elegeçirdiği ama bekledikleri başarıyı yakalayamayınca futbolcuları cezalandırmak için yalnızlığa terkettikleri iki kulüpten biriydi (diğeri Adanaspor). Maddi desteklerini çekmelerine rağmen kulüp bu günlere kadar futbolcu-teknik kadro ve çalışanların neredeyse komün diyebileceğimiz ortak yönetimiyle geldi. Bunda herhalde en büyük etken Aykut Kocaman'ın futbolcularla kurduğu sağlıklı, eşit, adil ve demokratik ilişkinin payı büyüktür. Yoksa hiçbir profesyonel futbolcu böyle bir cefayı bir hiç için çekmez. Aykut'un yarattığı bu ortam sahada oynanan oyunada ister istemez yansımıştı. Oyunu gerçekten oyun olarak kavrayan ve kavratan bir ankayışla futbolcuların sahadaki varlıklarıda anlam kazanmakta ve sonuçtan bağımsız bir oyun ortaya çıkmaktadır. Ve sanırımki özgürlük tam da burada yatmaktadır.
Hep diyoruz ya futbol artık futbol değil. Para olmadan futbol olmuyor. Ne yazıkki sahada Fenerbahçe'ye, Galatasaray'a, Beşiktaş'a kök söktürebilirsiniz ama saha dışında cebiniz dolu değilse bir hiçsiniz. Ne değer yaratırsanız yaratın. Nitekim Aykut'un isyanı ve istifası da bu sistemeydi. Takımın ve klübün içinde bulunduğu durumu yaratan şartlardı onu/onları bu noktaya getiren.
İstifa, isyan, protesto...
İstifa ettikten sonra sezon sonuna kadar başka bir kulüpte çalışmayacağını beyan ederek, 'ben kendimi kurtarırım abi benden sonra tufan' demeyen, futbolcusunu okka altına atmadan özgür karar vermesini sağlayan ama sonuna kadar en sıkıntlı döneminde yanında olduğunu hissettiren kaç teknik direktör tanırsınız? Hiç diyorsanız alın size kocaman bir insan Aykut Kocaman...
Sahalarda görmek istediğimiz hareketlerden.